Yüzleşme Mekânları 4: İZMİR’İN UTANÇ ÇUKURU

İzmir’in bir ünlü “çukur”u var; Basmane semtinde, eski Fuar’a komşu. İzmir basını “Utanç Çukuru” der oraya.  Çünkü şehrin göbeğinde yıllardır kurbağalara “mekân” olan bu çukur “Güzel İzmir”e yakıştırılamaz.

O “çukur”dan utanmak gerekir, bu doğru. Ama yukarıdaki gerekçeyle değil, o çukurun “saklı tarih”i  nedeniyle “utanç” duyulmalı..

Hafızası silinmiş İzmir’in geçmişi konu edildiğinde, “ısmarlama” çalışan “milli tarihçi”ler, “kurtuluş” üstüne  hemen “efelik muhabbeti” satar. O muhabbettir ki, şehrin geçmişindeki “günah” ve “günahkâr”ları gizler.

Yangın, Vurgun ve Günah

9 Eylül 1922, İzmir’in “kurtuluş” günü. “Kurtuluş”tan dört gün sonra başlayıp dört gün süren yangın ertesinde artık İzmir yoktur. Bugün o eski “Güzel İzmir”den kalan, sadece zorlama “güzellemeler”e muhtaç “İzmir” adıdır.

Yangının en amansız gününde Büyük Millet Meclisi, Ermeni’lerden çalınan malların geri verilmesini emreden “Vahdettin Yasası”ndan nasıl kurtulabileceğini tartışır (1) ve yürürlükten kaldırır. Kim tutabilir artık İzmir’de İttihatçı vurguncu çeteleri! Şehir hane hane soyulur ve yakılır.

Soygunculuk öyle büyük boyuttadır ki, “Büyük İzmir Yangını”nı görüşmeyen Meclis 27 Kasım gizli oturumunda “Büyük İzmir Vurgunu”nu gündeme almak zorunda kalır.

Şu cümle, 27 Kasım tarihli oturumda Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey’in yaptığı açıklamadandır: “İzmir yangınında ülkenin genel servetine verilen zarar abartmasız en düşük değerde hesap ile altın para olmak üzere 300 milyon altını aşkındır…” (2)

Yangınla başlayan “vurgun” durmaz; “1915’teki İttihatçı hükümet döneminde olduğu gibi emvâle (mallara-tu) el koyma, 1923’te de aynen sürecektir. Bununla emvâl-i metruke (terkedilmiş mallar) olarak nitelendirilen tüm mallar vaziyet edilmeye (el koymaya) yani gasp etmeye ve ekonomik tanımıyla devlet adına el koymaya…” devam edilir.(3)

Şehir yanıp yakılıp kül olduktan sonra, yangın yeri 1936’ya kadar öylece virane kalır.. Hikâye burada başlar ve yeri gelir gerilere gider.

Satılık Şehir Var!

Oysa, yangın yeri için 1925 yılında acele “imar planı” yaptırılmıştır. İmar planı mülkün yeniden bölüşümünü kitabına uyduran “çizimli ve renkli yasa”dır. Plan ile belirlenen “yeni” arsalar “açık arttırma” ile satışa çıkarılır. Satılan satılır, yine de elde epey arsa kalır. Elde kalan bina ve arsaların bir bölümü için “18 Mart 1925 Tarihli Bakanlar Kurulu kararı” ile “,.. gayri müslim toplumların çeşitli sebeplerle ellerinden çıkan okul, mabet ve hayır müesseselerinin özel idarelere devri” uygun bulunur, bu kanaldan da bir bölümü belediye ve diğer resmi kurumlara  dağıtılır. Yine de elde pek büyük bir “kömür karası yangın alanı” kalır. Orası da İzmir’in pek ünlü “Kültürpark ve Fuar” alanı olur.

Bir Hıristiyan “hayır kurumu”na ait olup Belediye’ye verilen Basmane semtinde Kültürpark’a komşu ve bir imar adası ile ilgili,  Şehir Meclisi’nin (o zamanın belediye meclisi) Nisan 1932 oturumunda bir “dilekçe” görüşülür. 6 Nisan 1932 tarihli dilekçenin sahibi; “36 no’lu imar ada”sı üzerinde bir “garaj”  ve ek olarak mağazalar, dükkânlar, depolar yapmak; yıllık 3.000 lira kira ve giren çıkan araçlardan alınan ücretten %10 pay ödemek, on yıl sonra da devretmek” isteğini belirtir. Şehirler arası yük ve yolcu taşıyan araçla bu”garaj”a park etmek zorunda olacaktır.

Yalnız son maddede “…bu iş arttırma, görüşme, pazarlık suretiyle kötü sonuca bağlanırsa her şeyden önce beş bin liralık bir opsiyon mektup şeklinde tarafıma verilmesini bu teklifte şart ve rica ederim” der. Çünkü, dilekçe verilmeden, görüşülmeden, kabul edilmeden masraflar edilmiş, projeler hazırlatılmış ve bunlar dilekçeye bile eklenmiştir ve dilekçe sahibi bu masraflarını istemektedir!

Dilekçe sahibi Nazmi Sadık Bey’dir. Nazmi Sadık Bey “Türk Sesi” gazetesi sorumlu müdürü ve “Türk İli” gazetesi sahibidir. “Türk Sesi”  Büyük Yangın’dan sonra İzmir’de ilk çıkan gazetedir!

Belediye başkanı dilekçeden yana uzunca konuşur ve şöyle bitirir sözlerini: “Boş olan o arazi imar edilmiş olacaktır.”

Bir iki itiraz vardır, özellikle “Develerin yerini alan motorlu araçları misafir ederek para kazanan eski İzmir hanlarının, Garaj yapılırsa halleri nice olur?” endişesidir.

27 Nisan tarihli beşinci birleşimde “nizam encümeni”nden gelen tutanak okunur. Encümen “tekel” oluşturacak biçimde garaj yapımının yasal olmadığını belirtir. Tutanak  kabul edilir ve belediye başkanı Behçet Uz Nazmi Sadık bey ile görüşüp bu “tekel” olma talebini geri almasını isteyecektir. Konu Bütçe Encümeni’ne de gider. 8 Mayıs tarihli encümen kararı özetle şöyledir: Başkalarının da teklif vermesi koşuluyla uygundur.

Dünyada Mekân, Ahirette İman

Bu deyim yangın ertesi İzmir “vurgun”ları için mi söylenmiş olabilir mi?

Sonunda bu “imar adası”na garaj yapılır, hem de kırk yıl kadar İzmir’in “tek” şehirlerarası otogarı olarak kalır. Yetmişlerin ortalarında “garaj” buradan Halkapınar’a taşınınca, boş kalan 35 bin metre karelik bu ada  “dünyada mekân”a inanan kimi imansızların iştahını kabartır. Projeler hazırlanır, belediyeye teklif üstüne teklifler yapılır. Hemen bir “çok katlı” dikmeye girişirler.

Cumhuriyet dönemi adlarıyla; Refik Saydam Bulvarı, Hürriyet Bulvarı ve 1362 sokak arasında kalan geniş üçgen imar adasına “Dünya Ticaret Merkezi” yapmak isteyen İzmirli işadamları ortaklığı ihaleyi 35 milyon dolar bedelle kazanır. Belediyeye vereceği büyük bir opera binası ve otoparkın da yer aldığı proje için dönemin belediye ile protokol yapılır. 1999’da  imar kurallarına aykırı olduğu için, derin temel çukuru kazılmışken inşaat durdurulur. Daha sonra imar değişiklikleri yapılsa da yargı tarafından o değişiklikler de iptal edilir. 2001 krizinden sonra bazı ortakların bankalara  borçlarından ötürü arazinin yüzde 35 hissesi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) kalır

O gün, bu gündür 36 no’lu adanın bütününü kapsayan bu çukur “İzmir Çukuru” ya da “Utanç Çukuru” diye anılır.

İzmir niye bu kadar yıl beklenir bu çukurdan “utanmak” için?

Bu şehirde, büyük çoğunluğun şehrin geçmişine dair hafızası silinmiştir çünkü…

Hayır Kurumu: Bir Ermeni Hastanesi

Oysa, “36 no’lu ada”da 1800 başlarında bir Ermeni Hastanesi vardır. 1845 Yangınında Ermeni Mahallesi ile birlikte hastane de yanar ve inşa edilir. Bahçe içinde, sağlam bir taş yapıdır.

“Başlangıçta yetmiş yataklı olan hastane binası,.. Agop ve Ohannes Ispartalıyan tarafından 1879 yılında genişletilerek, yüz yirmi yataklı olarak yeniden açılmıştır. Ancak hastanenin daha çok yaşlı ve yoksulları barındıran bir hayır kurumu gibi görev yaptığı belirtilmektedir. … Reşadiye Caddesi’nden Basmane Garı’na doğru giden cadde üzerinde geniş bir alan içerisinde yer alan hastane (Surp Krikor Lukasoroviç Erkek Hastanesi’nin) … Basmane’de 9 Eylül Meydanı’na bakan Dünya Ticaret Merkezi’ne ait üçgen parselde yer aldığı sanılmaktadır.”(4)

Bu kadar açık semt ve sokak adı, parsel formu belirtebildikten sonra, ki bir tek kapı numarası eksiktir, hâlâ “sanılmaktadır” şüphesiyle işi bitirmek çok düşündürücüdür. Üstelik yazar hastanenin içini bile avucunun içi gibi bilecek kadar bilgi sahibidir:

“Meyve, sebze ve çiçek bahçeleriyle çevrili, geniş ve iyi donatılmış hastane yapısı, 14×65 metre boyutlarında, ince uzun bir dikdörtgen formunda olup,.. Zemin katta idareye ait odalar, mutfak, hamam, hizmetli odaları; üst katta ise ameliyathane ve hasta odaları yer almaktadır… Alt kattaki yedi odadan biri hastane müdürüne, biri idari heyetinin toplantı ve çalışmalarına, biri hayır şirketinin görüşmelerine, ikisi erkek hademelere, biri ihtiyar kadın hizmetçilere, biri de depoya aittir. Ana girişin sol tarafında, verem gibi bulaşıcı hastalık taşıyanlar için iki oda yer almaktadır. Üst katta ise iki ameliyat odası, iki hademe odası … bulunmaktadır. Yapının bahçesinde eczane, su deposu, çeşme, birkaç odanın yer aldığı küçük bir yapı ve bir kilise mevcuttur. Ayrıca bahçede on-on beş kimsesiz çocuğu ve yirmi-yirmi beş akıl hastasını barındıracak bir bölüm vardır.”

Evet, hiç şüpheye gerek yoktur ki burası “Surp Krikor Lukasoroviç Ermeni Hastanesi”dir ve “hayır kurumu” mülküdür.

Altına Hücum!

Sonuç: “Utanç Çukuru” on yedi yıllık yargı sürecinde boğulur ve bugüne kadar kimseye yar olmaz. Para yatıran batar.  Boşuna dememiş eskiler: “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.”

Bu “çukur”, evet “Utanç Çukuru”dur. Kurbağa, sivrisinek ve çevreye yaydığı kokular değildir ama utanılacak olan. Vicdan sahibi, ahlâk sahibi her insan için bir hastanenin “yakılması, yıkılması, yok edilmesi” kabul edilemez.

Derler ki “milli tarihçiler”: “Ermeniler yaktı!” ya da az buçuk “utanç” duyabilenleri, “Rüzgâr vardı, o yüzden yandı!” der.  Derim ki onlara; “geniş bir alan” yani bahçe içinde bin metrekare kadar bir alana oturan, toplamı iki bin metrekareyi aşan bir taş binaya ve o binanın her odasına o alevler nasıl erişir?

Derler ki “milli tarihçiler; “Onlar düşmandı!” Derim ki onlara, “verem hastaları, çocuklar, “akıl hastalıkları” bölümünde yatanlar mı düşmandı?” Onlara reva görülenler zulüm değil mi?

Zulmün üstü zaferle örtüldüğü yerde zalim kahraman olur. Zalimlerin kahraman olduğu yerden zulüm eksik olmaz

Her şehir barış ve huzur için utanç çukurlarıyla yüzleşmeli.

Talât Ulusoy 19.08.2015

  1. “Buyurun, İşte Belge” Yüzleşme Atölyesi wordpress.com, 21 Nisan 2015
  2. TBMM  Gizli Oturum Tutanakları
  3. Nevzat Onaran “Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi” 2013, s.171)
  4. Tarih İncelemeleri Dergisi XXIX / 2, 2014, 405-443 “Cumhuriyet Öncesi Dönemde İzmir Hastanelerinin Mekânsal Gelişimi, Didem Akyol Altun)

Yüzleşme Mekânları 3-2: İZMİR İYON ÜNİVERSİTESİ

İtthat-Terakki milleti zorla emperyalistler arası savaşa sürer; Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Galiçya’da, Arabistan çöllerinde “bütün düşmanları yener” ve fakat “yenilmiş” sayılır! Emperyalist çocukların savaş oyunlarında böyle mızıkçılıklar olur! Bu durumda “hakkı yenen”, “yenilmiş” sayılan hemen “antiemperyalist kurtuluş savaşı”na girişir. Bu “kurtuluş” daha çok “İttihatçı”ların kurtuluşudur. Yoksa türlü suçlardan yargılanacaklardır.

İzmir’in “milli kahraman”ı Hasan Tahsin’e dönelim yine:  “O halde şimdi taşra örgütlerinin eylemleri nasıl devam ediyor? İttihat ve Terakki ya var ya yok! Bunu anlamak istiyoruz. Varsa nasıl oluyor da memlekete bu kadar zulüm ve ihanette bulunan bir örgütün devamına izin veriliyor?” Yani İttihatçılar “kurtuluş”ları için Ege’de ve İzmir’de “zulüm”e devam eder! Bu hal, mızıkçı emperyalistlerin “Yunan”ı İzmir’e göndermesine gerekçe olur!

İşte kara taş üzerinde saklanıp sessiz sakin bekleyen boş yarım bina bütün bu olan bitenin tanığıdır. Sorun ona “İzmir nedir”, üniversite ne iştir” o size anlatır:

İzmir şehri en az iki yüz yıldır Müslüman nüfusun üçte biri aşmadığı ve kapitalizmin hızla kökleştiği bir şehirdir. Hıristiyan alt sınıflar ticaret ve sanayi ile zenginleşmiştir ve onlar eğitime çok, ama çok önem verirler. İslâm zenginlerinin çocuklarıyla beraber çocuklarını yüksek tahsil için Avrupa’ya gönderirler. İzmir’in ileri gelenlerinin sohbetlerinin baş konularındadır: “İzmir’in şiddetle bir üniversiteye ihtiyacı var üstadım!

Birlikte Yaşama Arzusu

Sonunda, İzmir milletlerinin siyasi partilerinin ve dört semavi dinin temsilcileri, türlü din ve kültürden aydınlar, tüccarlar, sanayiciler ile Belediye Reisi Hacı Hasan Paşa bir araya gelir, kafa kafaya verir,  hesap kitap yapılır: Şehir meclisi bütçesiyle ve hamiyetli zenginlerin desteğiyle üniversitenin altından kalkılabilecektir.

İslâm millet siyasi partilerinin, biri dışında hepsi; Hürriyet ve İtilâf, Osmanlı Demokrat Fırkası, Osmanlı Sosyalist Fırkası bu girişimi destekler. Desteklemeyen İttihat ve Terakki’dir. Böyle girişimler takipçisi oldukları “Türkleştirme” siyasetine uymaz. İttihatçılar “bir arada yaşama”yı güçlendirecek her girişime olduğu gibi, üniversiteye de karşıdırlar.

İslâm millet aydınları; Sabitzade Emin Süreyya (avukat, Islahat gazetesi başyazarı), Mevlanzade Rıfat (Serbesti gazetesi sahip ve yazarı), Hafız İsmail Hakkı (Müsavat gazetesi sahip ve yazarı), Refet (Köylü gazetesi sahip ve yazarı), Resmolu İbnülfevzi Mehmet Ferit (Köylü’de başyazar), Menekşelioğlu Mehmet Refet, Muhami Mehmet Sadık (Müsavat gazetesi kurucusu, yazar) ve daha başkaları heyecanla katılır bu girişime. Ahenk ve Hizmet gazeteleri yazarlarından da itiraz eden yoktur. Şiddetle itirazı olanlar ortalıkta görünmezler, kaçaktırlar. İttihatçı Anadolu gazetesi “Yunan işgali”nden önce kaçmış, emperyalist İtalya’nın işgalindeki Antalya’da yayın hayatını başlamıştır.

Hıristiyan milletten en başta Çürükçüoğlu Nikolaki’yi saymak gerek. Türkçe dilinin ustası olan Çürükçüoğlu, Sabitzade ile ortak avukatlık bürosu sahibidir ve Islahat gazetesinde yazar. Osmanlı hukuğu uzmanı Yüksek Komiser Stergiadis’e düşen, bu geniş mutabakata destek olmaktan öte bir iş değildir. Amaltiya (Αμάλθεια), Armoniya (Αρμονία), La Reforme (Rumca yayınlanan Islahat), Ergatis (Ο Εργάτης, İşçi, komünist gazete) Kozmos (Κόσμος) ve cümle Rumca gazeteler, Ermeni yayınları üniversite heyecanını yansıtır sayfalarında.

Üniversiteye ad da bulunur: Ιωνικό Πανεπιστήμιο Σμύρνης yani İzmir İyon Üniversitesi.

Üniversite binaları için kara taşın üstünde yarım bırakılan “İttihat Terakki Mektebi” binaları tamamlanacaktır. Ancak, üniversite hocaları nasıl ve nereden sağlanacaktır, iş oraya gelir dayandığında, ünlenmeye başlayan matematikçi Karatodori gelir akla.

Almanya Göttingen Üniversitesi profesörü olan Konstantin Karatodori yapılan daveti kabul eder, hemen gelir,  kolları sıvar. Binalar hızla  bitirilir. Bir de kütüphane ve diğer donatılar için vakıf kurulur, Osmanlı geleneğine uygun.

Karatodori hoca, ilk olarak Eylül 1920’de Berlin’den ünlü Profesör Yorgo Yoakimoğlu’nu, kuruluşta yardım için çağırır. Yoakimoğlu hijyen ve mikrobiyoloji bölümlerini üstlenir.

İzmir’in Yeniden İşgali

Üniversitenin 10 Ekim 1922 günü açılması hedeflenir. Yunanca temel eğitim dilidir, bazı durumlarda Türkçe ve diğer diller de olacaktır. Üniversite, cinsiyet ya da milliyete bakılmaksızın herkese açıktır. Kız erkek, İslâm Hıristiyan karışık okuyacaktır. Dünyanın ve elbette Osmanlı’nın çeşitli yerlerinden öğrenciler gelebilecek, doktora, diploma ve sertifikalar verebilecektir.

İzmir’in yakınında, Tepeköy’de bir tarımsal deneme çiftliği açılır. Tarım uzmanları eğitilecek, çitçiler tarımsal üretim yöntemleri, hayvan ve bitki hastalıkları üstüne bilgilendirilecektir.

Aralık  1920’de, İzmir İyon Üniversitesi için kurulan vakıf sayesinde laboratuarlar deney gereçleriyle, kütüphane kitap ve belgelerle dolar.. Karatodori Leipzig Üniversitesi’yle işbirliği ederek Avrupa üniversiteleri düzeyinde bir kütüphane düzenler.

Düşman “Yunan” askerinin işgali yetmemiştir, İzmir “düşman” bilim insanları tarafından bir kez daha “işgal” edilmektedir! 9 Eylül 1922’de İzmir “kurtarılır.”. ”Düşman” Profesör Karatodori  kütüphane ve labarotuarı bu tarihten birkaç gün önce Atina’ya taşır.

Her Yanımız Düşman

“Kurtuluş” ertesinin “tarih yazıcı rahipler”inin bitmeyen bir “kutsal” görevi vardır; köşe bucak düşman ararlar. Düşman ya göze sokulur, ya da defterden silinir. İzmir İyon Üniversitesi “defterden silinen” düşman girişimlerindendir ve bu yüzden “kutsal resmi sayfalar”ın hiçbirinde görülmez. İzmir’in eğitim tarihinde ilk üniversite 1956’da kurulan Ege Üniversitesi olarak geçer. Hem de İzmir İyon Üniversitesi’nin bıraktığı yerden başlayarak, yani tıp ve ziraat fakülteleri ile eğitime başlar. Ama tarihçesinde ne İzmir İyon Üniversitesi’nden, ne de dünyaca ünlü Karatodori’den hiç söz edilmez. Yüzleşmek, bu defterlerini yeniden açıp okumaktır da…

Düşman”ı defterden silme gerekçelerini önce üniversitenin adında aramalı. Ne demek İzmir İyon Üniversitesi? “Türk toprağı”nda “İyon” diye adı Türkçe olmayan üniversite olur mu?

Bu minderde “düşman”la güreş tutana sorarlar; İzmir Türkçe mi? Üniversite Türkçe mi? Hiçbir değil! İzmir’i de içine alan Batı Anadolu bölgesi Türkçe tarih kitaplarında “İyonya” diye öğretilmiyor mu?  “Anadolu” doğu demek (Anatoli), yani o da Türkçe değil. Bu noktadan çift dalan milli pehlivan “tuş” olur.

Yunanca “temel eğitim dili”dir! Nasıl olur da Yınanca temel eğitim dili olur? Her Türk buna karşı çıkmak zorundadır!!!

Neresinden tutmalı bu “kuvvetli” milli tezin?

Birincisi: İzmir çok dilin konuşulduğu, bunlar arasında “İzmir Rumcası”nın en yoğun konuşulduğu bir şehirdir. Ayrıca “Smirneika” (Rumca, Türkçe, Ermenice, Ladino, İtalyanca, Fransızca…) denilen bir diller senteziyle iletişim kurulabilen “özgün” bir şehirdir ve bu özgünlüğün hayat içinde oluşumu yüzyıllar almıştır.

İkincisi, “bilim dili” Yunancadır. Hayır, olamaz diyenler, tıp terimlerine baksalar yeter: Gastro, jinekoloji, ortopedi, pediyatri, urologia, kardiya… Hepsi ve dahası Yunanca’dır. Milli onuruna çok düşkün olan ya bunlara Türkçe karşılık bulur, ya da tıp fakültelerini kapatır! Paris’e okumaya gönderilen genç orada Türkçe eğitim görmüyor ya! Üstelik tıp eğitimi alacak genç Paris’teki mikrobiyoloji dersinde ve laboratuvar çalışmalarında aynı eski Yunan’dan beri kullanılan kavramlarla çalışacak.  İzmir İyon Üniversitesi’nde mikrobiyoloji laboratuvarında da öyle olmayacak mıydı?

Hele bu “biz” hassasiyetiyle dolu eleştiriyi yapanların azımsanmayacak kısmının “yabancı” dilde eğitim veren okullarda okuması, çocuklarını da buralarda okutmasına ne demeli?

Özerk İzmir

Ama, Yunanistan İzmir’de denize dökülmeseydi, İzmir Yunanistan topraklarına katılsaydı ve o zaman o üniversitede ve hatta İzmir’de bir tek Türk kalır mıydı?! Bu da “kuvvetli” milli tezlerden biri…

İzmir Yunanistan topraklarına falan katılmayacaktı. Bu niyeti taşıyan Yunanistan milliyetçi partileri, Sovyet Devrimi’nden, özellikle Kızıl Ordu’nun kesin üstünlüğünden sonra yapayalnız kalmıştı. İngiltere, Fransa kendi derdine düşmüş, ülkelerinde yükselen işçi sınıf mücadelesiyle boğuşur olmuştu. Yalnız kalmış Yunanistan’ın 5,5 milyon nüfusuyla 13,5 milyonluk ülkeyle, hem de deniz aşırı bir savaşta baş etmesi mümkün değildi.

Bu mümkündü değildi meselesinden önce hararetle tartışılan bir başka konu hep atlanır: Özerk İzmir!

İzmir’de “birlikte yaşama” iradesinin her tür ayrılıkçı-milliyetçi çabalardan daha güçlü olduğunun göstergesidir “özerklik.” Üstelik sadece “Türkleştirmeci”lere karşı değil, Yunanistan’a bağlı “özerk İzmir” isteminde bulunanlara karşı, Osmanlı’ya bağlı “özerk İzmir” mücadelesi verenlerdir onlar. Yani, İzmir’in işgali değil, iki türlü özekliği tartışılır: Amina hareketinin Yunanistan’a bağlı özerk İzmir arzusu ve Stergiadis’in de desteklediği, Sabitzade Emin Süreyya ve Çürükçüoğlu Nikolaki’nin canla başla gerçekleşmesi için çalıştıkları “Osmanlı’ya bağlı özerk İzmir.” Ve, bu “Özerk İzmir” 30 Haziran 1922’de resmen ilân edilir.  Ankara hükümeti, İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan yönetimi bu kararı tanımaz!

Yani, “düşman elinde kalsaydı” ile başlayan şartlı cümleler yalandır. “Emperyalistler” bile “Özerk İzmir”e karşı olduğuna göre…

İç Düşman Karatodori

Milliyetçi tekerleme: Elin “gavur”u bize bilim mi öğretecek?! İzmir İyon Üniversitesi’nin de, o üniversiteyi kuran “gavur” hocaların da tarihimizde yeri olamaz! Onlar da defterden silinmiştir. Açalım yine o eski defterleri:

İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” Bu hadisi şerifin varlığını kabul edenin, İzmir’e gelen “bilim”i kabul etmemesi tam bir milliyetçi muhafazakâr zafiyet örneğidir. Üstelik ortada onun çarpık zihniyetinin ifadesi olan “gavur” da yoktur.

Karatodori’nin babası, hukuk ve matematik eğitimi almış bir değerli diplomattır ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Brüksel büyükelçisidir. Büyük dede İstefanidis saray hekimidir. Ayrıca Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin kurucusudur ve orada öğretmenlik yapmıştır. Yeğeni Konstantin Karatodori ise Lonra’da eğitim görmüş bir cerrah ve göz hastalıkları uzmanıdır; o da saray hekimi olmuştur ve o da Tıbbiye’de ders vermiştir. Dr. İstefan Karatodori’nin oğlu Aleksandr Karatodori Paşa ise hukuk ve matematik eğitimi almış bir Osmanlı diplomatıdır ve Hariciye Nazırı (dışişleri bakanı) olmuştur. Osmanlı tarihinde başka bir Hıristiyan yoktur bu makama gelen..

İşte İzmir’de üniversite kuran Konstantin Karatodori böyle bir aile geçmişine sahiptir. Aile Brüksel’de iken annesi vefat eder. Konstantin altı yaşındadır ve genç Caratheodory büyükannesi, Eftalia Petrokokkinos ve Alman dadı tarafından yetiştirilir.  Gençliğini Brüksel’de geçirir. Türkçe, Flamanca ve Almanca’yı rahatlıkla konuşur. İnşaat mühendisliği okur ve amcası Alexander Stephen Karatodori’nin daveti üzerine 1898  Yılında Mısır’a gider. Asuan Barajı inşaatında bir mühendis olarak çalışır. Ama aklı fikri matematiktedir. 1903’te Berlin’e gider ve iki yıl matematik eğitimi alır ve Göttingen Üniversitesi’nde matematik hocalığına başlar. Albert Einstein ile yakın arkadaş olurlar. Einstein “görelilik kuramı”nı geliştirirken Karatodori’ni yararlanır.

Karatodori’yi “düşman” sınıfına sokup defterden silmek kolaydır, ama tarihine sahip çıkan hiçbir şehir ve o şehirdeki hiçbir üniversite Karatodori’yi ve kurduğu “ilk” üniversiteyi “yok” sayamaz. Onun matematiğe ve termodinamiğe katkılarını erbabı bilir. Meselâ: Varyasyonlar matematiği,  Termodinamiğin aksiyomatik formülasyonu, Gerçek değişken ve ölçü teorisinin fonksiyonlar teorisi, Karmaşık fonksiyonlar teorisi. Ayrıca fiziğin matematiksel temeli alanlarında, termodinamik , geometrik optik , mekanik alanlarında katkıları vardır.

İzmir “düşman işgalinden kurtarılmadan birkaç gün önce, Karatodori, tüm kütüphane ve laboratuvarları Atina’ya taşır. Acaba taşımasaydı “yangın”dan kurtulur muydu o kitaplar, bilinmez… Acaba İzmir, Türkiye Cumhuriyeti’nin “özerk” bir bölgesi olsa, İzmir İyon Üniversitesi ne düzeyde olurdu, nasıl anılırdı?

Karatodori’nin geniş sülalesi İstanbul’da yaşamaktadır ve hep “Osmanlı vatandaşlığı” savunucusu olmuşlardır. Karatodoriler’den düşman devşirme meraklıları çok zavallıdır.

 Aynı Dilde Ayrı Dua

Gelelim Yoakimoğlu’na, onun ne işi var İzmir’de?”

Yorgos Yoakimoglou 1887 yılının bir 28 Aralık gününde, karlı bir Kula sabahına doğar. O günlerin Kula nüfusunun üçte biri, ki üç bin dolayında olmalı, Ortodoks Rum’dur. Kulalı Hıristiyanlar Türkçe’den başka dil bilmezler , Yorgos ortaöğrenim için İzmir’e, Evangeliki Skholi’ye gönderilir, burayı başarıyla bitirince Berlin Üniversitesi’nde tıp eğitimine gönderilir. Orayı da başarıyla bitirir ve biyokimya dalında doktora yapar. Meslek hayatı aralıksız araştırmalarla geçer. 1913’te Berlin Üniversitesi farmakoloji çalışmaları başkan yardımcısı olur. Orada “kaşıntılı humma”ya karşı mücadele çalışmalarıyla ün kazanır ve aralıksız üniversitede hocalık yapar. Karatodori çağırınca da “memleket”i İzmir’e koşa koşa gelir. O İzmir’de üniversite için çalışırken bütün sülalesi Kula’da onun başarısı için “dua” etmektedir.

Ya, işte İzmir’e gelen Karatodori ve Yoakimoğlu adlı vatandaşlarımız böyle bir kişilerdir. İkisi de gerçek birer “Osmanlı”dır! Ama İttihatçılara göre bir “kusur”u vardır ikisinin de: “Dua”ları farklıdır, Hıristiyan’dır onlar.

Niçin Hep Hak Kazanmaz?

İttihatçı zulmünden kurtulmak, “Özerk İzmir”de çok renkli yurttaşlar olarak yaşamak isteyenler kaybeder. Ülkeyi savaşa sokan, Ermenilerin soyunu kurutan, mallarını gasp edenler kazanır. Onlar silahlıdır.

Çürükçüoğlu Nikolaki 10 Eylül günü Çankaya’da kaldırım üstünde ölü bulunur. Sabitzade Emin Süreyya da aynı günler ortadan kaldırılmak istenir, ancak onun gibi  İzmir halkının sevgisini kazanmış birinin o günlerde öldürülmesinden çekinilir. Ancak Kasım 1922’de İstiklâl Mahkemesi engizisyonunun kararıyla idam edilir. Belediye reisi Hacı Hasan Paşa olacakları sezmiş ve Atina’ya kaçmıştır. Mevlanzade Rıfat, Hafız İsmail Hakkı, Refet, Resmolu İbnülfevzi Mehmet Ferit, Menekşelioğlu Mehmet Refet “Yüz Ellilik Liste”ye dahil edilir ülke dışına sürülür ve ülkelerinde hâlâ “birlikte yaşamak” isteyenler ile “ya kurtuluş, ya ölüm” diyenlerle mücadele içindedir.

Son söz: Bilenler ve bilmeyenlere anlatmıştır nasıl olsa, ben yine de yineleyeyim. Karataş semtinde, kara kaya üstünde saklı mekân bugün İzmir Kız Lisesi’dir.

Talât Ulusoy- 12 Temmuz 2015

Yüzleşme Mekânları3-1: SAKLI MEKÂN MASALI

Yüzleşme Mekânları 3-1

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman yılları içinde bir koca kara kaya varmış. Üç boy denize dalar; Bahri Baba’dan (1) Karantina’ya (2) geçit vermezmiş. Gel zaman, git zaman kayanın sudan yana yarısı berheva edilince; “Dolma”dan (3) Karantina’ya  yalı yalı gidilir olmuş; Çeşme’ye kervanlar, Reşadiye köyüne (4)  tramvaylar gelir gider olmuş. Soran olurda kalan kaya ne olmuş, onun da üstüne bir koca mekân kondurulmuş ki, hâlâ Körfez’e bakıp dururmuş. Ama buralar bugün o mekân ile değil, evvelden yol kesen koca “kara kaya”nın ile bilinir…

Yüz yılda yüz defa adı değişen bir mekân hangi sıfatıyla oralara isim olabilir?  “Hakikât”i inkâr ve iğfal eden “gerçek” yalanlarda geçmişi çalınan, asıl adı silinen o koca mekân, derler ki, şehre küsmüştür. O sebeptir ki yüzünü göstermez. Masal bitirilir!…

Tarihsiz Tarihçe

Masal içinde “hakikât” aramaktan korkan, “gerçek”in emrine girer. “Gerçek” tek rehberdir, ve “bu böyledir” der:

Okul binası 1911 yılında İzmir Valisi Rahmi Bey tarafından İttihat ve Terakki Mektebi olarak yaptırılmış, daha sonra Erkek Muallim Mektebi olarak kullanılmıştır. Fransız yapımı olan bina eğer Kurtuluş Savaşı sonrasında İzmir düşman elinde kalsaydı , “Helen Hastanesi” olarak hizmet verecekti.” (5) İşte o mekân hakkında “gerçek” budur.

Gerçek” diye yazılan bu satırlarda, “gerçek” kendi gerçeğiyle çelişkiye düşer. Meselâ mekânın yapım tarihi 1911 der, ama değildir! Bu yanlışa bir de Rahmi Bey yanlışı eklenir: İzmir’e 1913’te  “özel” vali olarak İttihat Terakki tarafından gönderilen Rahmi Bey’e 1911’de  bu okulu yaptırır!?

Yaptırır, “muktedir” yalanlarından üretilmiş sözlere “muasır medeniyet”te, gerçeği gerçeğe kırdırsa da, yine “gerçek” adı verilir. “Gerçekçi olunacak, ol!

Düşman”, “Helen Hastanesi” (6) olarak kullanılacakmış bu mekânı! Bu da “gerçek” bilgi. “Hakikât”te, o tarihlerde İzmir’de, Hıristiyan mahallesinde, Fasula düzlüğünde büyük bir Helen Hastanesi vardır. Kartal yuvasına hastane yapmak ancak resmi “gerçekçi”lerin mühendislik eseri olabilir. Bu tür mühendislikte “atmak” veya “sallamak” esastır.

Böylesi “serbest atış”lar, belediyelerden valiliklere, üniversitelerden orta öğrenim kurumlarına kadar her düzeyde resmi sayfalarda yazılan ve iler tutar yanı olmayan böylesi “gerçek”ler, aslında düşünmeyi “kilit”lemek, geçmiş ile bugün arasına “perde” çekmek işlevi görür ve serbesttir.  Meraklısına bulunduğu il ve ilçenin belediye sitelerinde “tarihçe” bölümünü dikkatlica okumaları önerilir.

Yüz yıllık “resmi gayret”lerin sonucu, “düşman” kelimesinin geçtiği yerde çoğu akıl sahibi TC’ci yurttaş “sebep-sonuç” ilişkisi arama gereği duymaz. Madem ki “resmen böyle”dir, “öyleyse öyle”dir şartlı refleksi! İslâm”ın beş şartı dışında, İttihatçı Cumhuriyet’in bir şartı budur.

Bir diğer şartlı refleks: “Öteki” ne yaptıysa kötü, “biz” ne yapmışsak “iyi” amentüsüdür. “İzmir düşman elinde kalsaydı” şartlı cümlesi, “düşman” zamanında ne olduysa “kötü” olmuştur, refleksini dayatır. Hele hele “Helen” ile “düşman” bir araya getirilince o mekânın “hastane” gibi insani kullanılma amacı bile “düşmanca” bir girişim olarak algılatılır, algılanır. Bu çarpık algının olguyla ilişkisi yoktur. İttihatçı Cumhuriyet’te toplumun çoğu, bu ilişkiyi aramayı aklına getiremez, çünkü “milliyetçi, Atatürkçü, İslâmcı” insanlar yetiştirecek bir “eğitim şart” anlayışıyla “biçim”lenir. Toplumsal, siyasal mücadeleyi kim kazanırsa kazansın, sonuçta geçmişe dair “hakikât”i  hafızalardan uzak tutacak; insan ile geçmişi arasına bir karartma “perde”si çekilmiş olur. Tek ışık kaynağı “gerçek”tir.  “Gerçeğin vesayeti” altına sokulur özellikle eğitimli “gerçekçi pervane”ler…

Perdenin önünde resmi “gerçek”in nefret dilli “al” (Türk) ve “yeşil” (İslâm) “gerçek”ler vardır sadece. Bunlar “Mukaddes İstiklâl” ya da “Kutsal Kurtuluş” uğruna “Milli Birlik ve Beraberlik” için söylenen “faydalı” yalanlardır; çünkü “kimseye zararı yoktur, devlete, millete yararı çoktur!” Zihniyet bu olunca, ortalık “faydalı yalan”dan geçilmez olur “gerçek bilgi” adı altında.

Bilinir ki “bilgi iktidardır”, “gerçek bilgi” demir yumruklu bir iktidardır. ve “kutsal yalan”ların “bilgi” pazarına sürülmesiyle kuvvet kazanılır. “Yalan”ın oluşturduğu algılarla yönlendirilir, yönetilir toplum.

İşte, gözlerden ırak bir kaya üstünde “saklı hikâye”si saklanan koca kara bina, “milli yalancılık” mühendisliğinin bütün “algı” örneklerini içerdiği için, önemli bir yüzleşme mekânı örneğidir. “Milli Yalancı”lara tutsak kalmaktan kurtulmanın bir yolu bu mekândan geçer

“Mekân hikayeleri”nin giriş tekerlemesidir, bilinir: “İnsan yalan söyler, mekân yalan söylemez.”

Mekân’da Saklanan

“Tarihçe”de İttihat Terakki Mektebi diye bir okul geçer, doğrudur. “Sermayenin Türkleştirilmesi” gibi, “eğitimin Türkleştirilmesi”ni hedefleyen ithal malı İttihatçılar, 1908’den sonra ilk işlerden biri olarak “Osmanlı İttihat Mektepleri Cemiyeti”ni oluşturur ve halktan “İttihat mektepleri” açmak için para toplamaya başlar. İzmir ileri gelenleri de bir dernek kurar, hali vakti yerinde olanlar para koyar ve şu açıklama yapılır.

… ‘Türk Vatan Kulübü” adıyla önemli bir kulüp kurmaya yönünde çaba harcanmakta olduğunu ilgilenenlere bildiririz. Kulübün ‘Osmanlı Terakki ve İttihad’ Cemiyeti’ninkoruması altında  olması için gereken müracaatta bulunulmuştur…” Kulüp’ün  adıve İttihatTerakki Cemiyeti ile ilişkisi üstüne yapılan tartışmalar çok anlamlıdır. Ancak, konudan uzaklaştıracağı için geleceğin bir yerine erteleyelim. Devamla;

“Kulübün yeri ve binası için de Süleyman beylerin (Eczacıbaşı-tu) İzmir’ce meşhur olan Beyler Sokağı’ndaki büyük konak ve bahçeleri tahsis edilmiştir. Kulüp, başlıca şu iki maksat ve gaye üzerine kurulmuştur:.. Kulüp biri Türk, biri Rum, bir Ermeni, biri Yahudi olarak her sene dört zeki talebeyi (okutacak, bunlardan başka  ikisi ileride seçilip biri zabit biri de yeteneğine göre bir meslekte olmak üzere Avrupa’ya gönderilerek tahsil ettirmesini taahhüt eder…” (Hizmet gazetesi, 27 Ağustos 1908)  Dikkat: Meşrutiyet yeniden yürürlüğe konalı daha bir ay olmuştur ve İzmir’in ileri gelenleri Tanzimat’tan bu yana sahip çıktıkları “Ortak Vatan, Eşit Vatandaş” ilkesini takipte ısrarlıdır. Açıklamada verdiği sözü tutar ve “kurtluş” a kadar sürdürür.

Ama İttihatçılar da istedikleri okulu 1911’de açar. Ama okulun geçici binası Beyler Sokak’tadır (7), koca kaya üstünde değil. 1911 Tarihi binanın yapımına “mecburen” başlanılan yıldır. Resmi “tarihçe”nin yaptığı bir kronolojik hata değil, bir perdeleme çabasıdır. Serbest İzmir gazetesinde yer alan açık mektupta yazılanlar perdeyi kaldırmakta yardımcı olabilir:

Her yerde olduğu gibi Aydın vilayetinde (8) de milli yardım adına çok paralar toplanıldı. Köylülerimiz tohumluk ürününü satarak, şehirlilerimiz bütün zorunlu ihtiyaçlarından vazgeçerek ellerinde avuçlarında ne varsa size verdiler.

Siz bir takım kurumlar oluşturmak, okullar açmak vesaire gibi pek güzel ve ilk bakışta çekici sözlerle onları oyalıyor, aldatıyorsunuz. Çünkü aradan epey vakit geçtiği halde halâ hiçbir şey yapmadınız. Tiyatrolardan, konferanslardan adeta haraç gibi (toplanan), eşraftan senelik olarak alınan yardımdan elinize geçen binlerce liraları ne yaptığınızı, ne yapmak istediğinizi öğrenmek istiyoruz.

Ey İttihat ve Terakki’nin İzmir Şubesi’ni teşkil eden ulu kişiler! Bilmiş olunuz: İzmir halkı sandığınız kadar budala değildir. İşte bugün sizden hesap istiyoruz…” (9)

Onda Dokuzluk Erkek Millet!

O gün bu gündür verilen bir hesap yoktur. Aynı davada kişi hem davalı, hem davacı, hem de yargıç olur mu? Bu farklılıklar ortadan kalkarsa, hesap sormak da imkânsızlaşır. Hem davalı, hem davacı, hem de yargıç olunamaz ama, “hem suçlu, hem güçlü” olunabilir. 1915’ten beri suçlananlar, “hesap sorulması” gerekenler gücü ellerinden bırakmaz,

Toplanan paraların az bir kısmıyla, Serbest İzmir’de örneğini gördüğümüz kamuoyu baskısıyla, 1911’de “İzmir İttihat ve Terakki Mektebi” inşaatının göstermelik temeli atılır, ama öylece kalır!  Kalan paralar mı? Para toplamayı başlatan Doktor Nazım, devam ettiren Celal Bayar, Rahmi Bey ve takipçileri bu paraların hesabını vermez. İttihatçı saltanat ve İttihatçı Cumhuriyet dönemleri, gücü eline geçirenin “hayır işleri” için “hesapsız” para toplamasıyla maluldür!

Nitekim, topladıkları paraların hesabını vermekten kaçanlar, kötülüklerini ülkeyi savaşa sokmaya kadar vardırır. Ağır yenilgi ertesinde, 30 Ekim 1918’de Mondros anlaşmasıyla Osmanlı “Ordusunun derhal terhisini ve kargaşalık çıkarılan yerlerin işgal edilmesini” kabul eder. Savaş ertesinde soykırım ve savaş suçundan yargılanması gerekenlerin kimi ülke dışına,  kimi Anadolu içlerine kaçar. Kaçmak erkekliğin şanındandır!

Ne okul vardır ortada, ne de okul için toplanan paralar… İyisi mi bunu, İzmir’in milli kahramanı, “Yunan’a ilk kurşun sıkan” Hasan Tahsin yazdığı başyazıyla anlatsın:

Şimdi İttihat ve Terakki eski genel sekreteri Celal Bey (Bayar-tu), Manisa ve çevresinde dönüp dolaşıyor. Gazeteler kendisinden İttihat ve Terakki’nin genel sekreteri diye söz ediyorlar. Son İttihat kongresinde Talât, İttihat ve Terakki’nin paydos borusunu çalmamış mı idi? O halde şimdi taşra örgütlerinin eylemleri nasıl devam ediyor? İttihat ve Terakki ya var ya yok! Bunu anlamak istiyoruz. Varsa nasıl oluyor da memlekete bu kadar zulüm ve ihanette bulunan bir örgütün devamına izin veriliyor… İttihadın kılıç artıklarının haber sayfaları ilgili oldukları eski örgütün memleketi kan ve yoksulluk içinde batırdığını,.. en sonra adi hırsızlar gibi önemli bir serveti alarak bilinmeyen bir yere def olup gittiğini hatırlasalar ve sussalar.” (10)

Saklı “yüzleşme mekânı”nın kapısına geldik dayandık, ama lâf uzadı, bir türlü giremedik. Oysa bütün hikaye içinde gizli.

Bildiniz değil mi, orası neresi? Bilenler ve bilmeyenler için “devam”ı var.

Talât Ulusoy, 6 Temmuz 20015

  1. Bahri Baba (Parkı): Son kırıntıları “Konak Tüneli”ne yok edilen tarihi açık alan.
  2. Karantina: Şimdi “Küçükyalı” olan semt. 20.yy başına kadar gemilerle gelecek salgın hastalıkları önlemek için, gemici ve yolcular bir hafta kadar burada gözetimde kalırdı.
  3. Dolma: Konak kıyılarına eskiden halk arasında verilen ad.
  4. Reşadiye köyü: Şimdi adı Güzelyalı.
  5. Bkz, mebk12.meb.gov.tr
  6. Helen Hastanesi: Bugün Şair Eşref Bulvarı  üzerine, “Atatürk Lisesi” bitişiği
  7. Beyler Sokak: Kemeraltı’nda 848 sokak, 2.Beyler diye bilinir.
  8. Aydın Vilâyeti: O yıllarda İzmir Sancağı’nın merkez olduğu yönetim biriminin adı.
  9. 24 Şubat 1324 (8-9 Mart 1909)
  10. Hukuku Beşer gazetesi, 11 Aralık 1918

Yüzleşme Mekanları-2

Bir Okul Hikayesi

Yüz yirmi sene önce İzmir’e yakın Kukluzas/Kokluca köyünde doğan babam Yorgos, 1922 olaylarından sonra Yunanistan’a yerleşir ve orada yine İzmir doğumlu olan Maritsa ile evlenir. Küçüklüğümden beri İzmir benim için sihirli bir şehirdir…” Kendini böyle tanıttı Takis Çakiris.

Bay Çakiris 21 Mayıs 2013’te Yüzleşme Atölyesi’nin İzmir’de      konuğuydu. İzmir’deki “Evangeliki Okulu”nu anlattı. Aşağıdaki yazı sunumdan alıntılar ve çağrıştırdıklarının geç kalmış karışımıdır.

Evangeliki Skholi (Evangelik Okulu)

“18. Yüz yılın başlarında bir cemaat okulu olarak “To Skholion tu Hristu” adıyla kuruldu. Okul yönetmeliğine, eğitim programına ve faaliyetine hiç kimsenin müdahale etme yetkisi yoktu. 1810 yılında Sultan 2. Mahmut okulun mülkünü korumak ve çalışmalarını tanımak amacıyla bir berat verdi. Aynı zamanda “okulun rahip olan veya olmayan herhangi bir kişiye bağlı olmadığı ve olmayacağı” Patrikhane tarafından imzalı ve mühürlü bir belgeyle ilân edildi…

O tarihlerde İslâm milletin gündeminde “eğitimin yenilenmesi” yoktu ve dini otoriteden bağımsız bir eğitim ise hiç yoktu. Egemen sınıf İslâm millet halinden memnun yaşar giderken, alt sınıflar, özellikle Rum Ortodokslar kıpırdanış içindeydiler. Avrupa köklü değişimlere yürüyordu ve Ortodoks Rum İzmirliler bunun farkındaydı. Dönüşü olmayan bir yürüyüştü bu.

“24 Haziran 1778 tarihinde çıkan yangın Evangeliki Okulu’nu harabeye çevirdi, ama okul eski yerine yeniden yapıldı. Bu dönemde Evangeliki Skholi yönetimi ile Yenilikçi-Aydınlanmacılar arasında anlaşmazlıklar yaşandı. Aydınlanmacılar 1809 yılında sonradan Literatür Ortaokulu adını alan yeni bir okul kurdular. Faaliyetleri Evangeliki Okulu’ndan tamamen farklıydı… Öyle ki Literatür Ortaokulu bilgi ve metodoloji alanında Evangeliki Okulu’nu geride bıraktı… 1820 Yılında cemaatin ileri gelenleri ve Literatür Ortaokulu’nun kurucuları, Evangeliki Okulunun mütevelli heyeti ile barıştılar ve Evangeliki Skholi 1824 yılında yenilenerek faaliyete geçti. O zamandan itibaren okul müdürleri hep laiklerden oldu.”

Dikkat: İzmir’de bir “aydınlanma” rüzgarı esiyor ve esinti Ermeni ve Yahudi milletleri içinde de çok güçlü. Cumhuriyet “laiklikçilik” sopasını eline almadan  yüz yıl önce İzmir’de başta eğitim alanında olmak üzere, toplumsal hayatın her yanında “laiklik” kavramı tartışılıyor, hayata geçiriliyor.

Şehrin Alnına Yangın Yazılmış!

“O zamanlar İzmir yangınlar ve salgınlarla boğuşan bir şehirdi. 1842 yangınında kütüphane, iki seviyeli okul ve depolar haricinde, okul bir kez daha kül oldu. Öğrenciler ve öğretmenler Aya Fotini kilisesine sığındılar.

Kül olan Evangeliki Skholi binası yeniden inşa edildi…1872 yılında, öğrenci sayısının çok yükselmesi sonucu (1200’e ulaşmıştı), Aya Ekaterini semtinde (bugün Fuar 26 Ağustos kapısı dolayları-tu) okulun yeni bir şubesi açıldı. 1914 yılına kadar okul, gelişmesini sürdürdü ve 1909 yılında dört sınıflı bir Ticaret Okulu ve Yabancı Diller Okulu kuruldu.”

İzmir Mektebi İdadisi’nin (lise) 1876’da, yani 19. Yüzyılın sonlarında açıldığı hatırlanırsa, 18. Yüzyılın ilk yarısında başlayan Rum cemaatinin İslâm millet ile arasındaki eğitim makasını ne kadar açmış olduğu anlaşılır. Eğitimdeki Hıristiyan ilerlemesi hem korku, hem de kıskançlık kaynağıdır: “Zimmetimizdeki gavurlar” nasıl olur da İslâm millet insanından daha “bilgili” olur?!

“1919’da İzmir ve civarında 40.000 Rum öğrenci, 900 Rum öğretmen ve 250 Rum okulu vardı. Buna karşılık olarak 98 İslâm okulunda 6.300 öğrenci, 200 öğretmen vardı.”

Ganimet ve vergilere dayanarak biriktirdiği zenginlikle gününü gün etmeye, her işini diğer milletlere yaptırmaya alışmış İslâm ekabirleri (büyükleri) eğitim konusunda uyanasıya “Üsküdar’da sabah” olur!

İzmir’de ilk “idadi” (lise) açıldığında, yani 1876’da, İslâm millet “anayasal düzen” (meşrutiyet) ve alt sınıflarla eşitlik şokuna girmiştir. Anayasal düzen ve zımmilerle (Allah’ın onlara zimmetlediği kullarla) nasıl olur da eşit olurlar?

Anayasa rafa kaldırılır. Suçu sadece Sultan Abdülhamit’in üstüne atıp da kurtulmak olmaz; Osmanlı ayanı, eşrafı ve cümle ileri gelenleri “açılmış makas”ı kapatmak için çareyi öncelikle “öteki”lerin ilerlemesini ve zenginleşmesini frenlemekte görür. Onlar yavaşlatılacak, İslâm millet makası kapatacaktır.

Bakın Abdülhamit 1908’de Meclis Mebusan (Milletvekilleri Meclisi) açılışında yaptığı konuşmanın ilk (sadeleştirilmiş) cümleleriyle bunu nasıl itiraf ediyor:

Padişah’tan Al Haberi

Tahta çıktığım zaman yürürlüğe koyduğum Anayasa’nın uygulama alanına konulmasında zorluklara dayanan, o zaman Devlet adamları tarafından gösterilen gerekçe üzerine, Meclisi Mebusan geçici olarak çalışmalarına ara vermişken padişahı olduğum memleketlerde eğitimin gelişmesi ile halk (İslam olanlar-tu) istenilen düzeye gelinceye kadar yürürlüğe konulan yasanın uygulanmasının ertelenmesi önerilmiş ve sunulmuş olduğundan Mebuslar Meclisi’nin tekrar toplanması zamanı padişahı olduğum memleketlerin her tarafında okullar kurulması ile eğitimin gelişmesine özenle bağlanmıştı. Şükür olsun o amacın gerçekleşmesiyle eğitimin gelişmesi sayesinde yıllar halkımızın yeterli düzeye yükselmiş olması nedeniyle gösterilen isteğe dayanarak ve bu bu isteğin ortaya çıkması devlet ve memleketimizin halen ve gelecekte mutluluğuna neden olacağından emin olduğumdan buna karşı görüş ve yorumda bulunanlara rağmen tereddütsüz Anayasayı yeni baştan ilân eyledim ve seçimler yapılarak Meclisi Mebusan’ın toplantıya çağrılmasını buyurdum…” (TBMM Tutanaklar)

Dikkat ediniz, hâlâ “ekabir”ler arasında “anayasal düzene “hayır” diyenler var! Rum, Ermeni ve diğer İslâm olmayan milletten bir kimsenin “anayasa ve eşitlik istemeyiz” dediğini duydunuz mu?

“Okulun dalları ve öğrenci sayısının artışı nedeniyle merkezi bina yetersiz kaldı. Büyük bağışçı rahmetli Küpecoğlu’nun bağışladığı arsanın üstünde yardım kampanyası ile muhteşem binalar yapıldı. 21 Aralık 1919 tarihinde Aya Ekaterini semtinde duygulandırıcı ve gösterişli bir tören sırasında okulun temeli atıldı. Yeni okulun ek binaları şunlardı:

1) 72.000 ciltli ve 1.200 nadir bulunan elyazması ihtiva eden Kütüphane. Bunlardan en değerlileri 11.y.y.dan kalma bir Tevrat, “Fisiologikos” başlıklı bir zooloji (hayvanbilim) kitabı ve Aristotelis’in 1505 baskısı bir kitabıydı.

2) 3.000 adet emsalsiz arkeolojik eser ihtiva eden Arkeoloji Müzesi (kil, cam ve mermer yapılı heykeller, kabartmalar, kitabeler, dirhemler vs.)

3) Küçükasya’dan gelen 15.000 parça sikke koleksiyonu.

4) Kurutulup doldurulmuş hayvan postları, maden örnekleri, Afrika kabilelerden gelme silâhlar içeren  Fizyoloji-Antropoloji Müzesi.

5) Fizik ve kimya laboratuarları.

6) Zor bulunan portre, manzara ve deniz konulu resim koleksiyonu.

7) Özel bir kule üzerinde yerleştirilecek mükemmel teleskoplu bir gözlemevi!

Her bakımdan modern ve görkemli olan bu bina 1922 yılının Mayıs ayında tamamlandı.”

“1922 yılının Eylül ayındaki yangından bahsetmek istiyorum. 1922 yılında bu “bilgi tapınağı” yeniden inşa edilmiş ve tamamlanmış durumda faaliyete geçmeye hazırlanırken, öngörülen tarihten tam 3 ay önce 1922 senesinin Eylül ayında İzmir’in mahvı ve ardından Rumların, atalarının yüzyıllar boyunca yaşadıkları topraklardan zorunlu ve temelli ayrılışı gerçekleşti.

İzmir’in en büyük kısmını yakan yangın, sadece Evangeliki Okulu’nun eski binasını değil, aynı zamanda Kütüphaneyi, Arkeoloji Müzesini, Fizyoloji-Antropoloji Müzesini ve her şeyi kül etti…”

Evangeli Skholi’nin 1922’nin Mayıs ayında tamamlanan yeni binaları bugün İzmir’in ünlü Namık Kemal Lisesi olarak hizmet veriyor.

Bir mekân, anlayana  ne de çok şey anlatıyor. Unutulmasın: İnsan yalan söyler, mekân yalan söylemez!

Talât Ulusoy- Yüzleşme Atölyesi

5 Mayıs 2015

Yüzleşme Mekanları-2: BİR OKUL HİKAYESİ

“Yüz yirmi sene önce İzmir’e yakın Kukluzas/Kokluca köyünde doğan babam Yorgos, 1922 olaylarından sonra Yunanistan’a yerleşir ve orada yine İzmir doğumlu olan Maritsa ile evlenir. Küçüklüğümden beri İzmir benim için sihirli bir şehirdir…” Bay Takis Çakiris, kendini böyle tanıttı sözlerine başlamadan. 21 Mayıs 2013’te Yüzleşme Atölyesi’nin İzmir’de konuğuydu. “İzmir’deki Evangeliki Okulu” üstüne bir sunum yaptı. Aşağıdaki yazı sunumdan alıntılar ve çağrıştırdıklarının geç kalmış bir karışımıdır.

Evangeliki Skholi (Evangelik Okulu)

“18. Yüz yılın başlarında bir cemaat okulu olarak “To Sholion tu Hristu” adıyla kuruldu. Okul yönetmeliğine, eğitim programına ve faaliyetine hiç kimsenin müdahale etme yetkisi yoktu. 1810 yılında Sultan 2. Mahmut okulun mülkünü korumak ve çalışmalarını tanımak amacıyla bir berat verdi. Aynı zamanda “okulun rahip olan veya olmayan herhangi bir kişiye bağlı olmadığı ve olmayacağı” Patrikhane tarafından imzalı ve mühürlü bir belgeyle ilân edildi…”

O tarihlerde İslâm milletin gündeminde “eğitimin yenilenmesi” yoktu ve dini otoriteden bağımsız bir eğitim hiç yoktu. Egemenlik ebedi değildir. Ezilenler egemenlerin baskısı karşısında uyanır ve İzmir’de de olan buydu. O kadarla da kalmadı:

“24 Haziran 1778 tarihinde çıkan yangın Evangeliki Okulu’nu harabeye çevirdi, ama okul eski yerine yeniden yapıldı. Bu dönemde Evangeliki Skholi yönetimi ile Yenilikçi-Aydınlanmacılar arasında anlaşmazlıklar yaşandı. Aydınlanmacılar 1809 yılında sonradan Literatür Ortaokulu adını alan yeni bir okul kurdular. Faaliyetleri Evangeliki Okulu’ndan tamamen farklıydı… Öyle ki Literatür Ortaokulu bilgi ve metodoloji alanında Evangeliki Okulu’nu geride bıraktı…

1820 Yılında cemaatin ileri gelenleri ve Literatür Ortaokulu’nun kurucuları, Evangeliki Okulunun mütevelli heyeti ile barıştılar ve Evangeliki Skholi 1824 yılında yenilenerek faaliyete geçti. O zamandan itibaren okul müdürleri hep laiklerden oldu.”

Dikkat: Cumhuriyet “laiklikçilik” sopasını eline almadan yüz yıl önce İzmirli Rumlar başta eğitim alanında olmak üzere, toplumsal hayatın her yanında “laiklik” kavramını tartışarak hayata geçirmektedir. Milleti hakime (Osmanlı İslâm milleti) milleti mahkumeden (İslâm olmayan Osmanlılar) çok şey öğrendi, ama takdir etmeyi ve hakkıyla uygulamayı hiç bilemedi.

Bu Şehrin Alnına Yangın Yazılmış!
“O zamanlar İzmir yangınlar ve salgınlarla boğuşan bir şehirdi. 1842 yangınında kütüphane, iki seviyeli okul ve depolar haricinde, okul bir kez daha kül oldu. Öğrenciler ve öğretmenler Aya Fotini kilisesine sığındılar.

Kül olan Evangeliki Skholi binası yeniden inşa edildi…1872 yılında, öğrenci sayısının çok yükselmesi sonucu (1200’e ulaşmıştı), Aya Ekaterini semtinde (bugün Fuar 26 Ağustos kapısı dolayları-tu) okulun yeni bir şubesi açıldı. 1914 yılına kadar okul, gelişmesini sürdürdü ve 1909 yılında dört sınıflı bir Ticaret Okulu ve Yabancı Diller Okulu kuruldu.”

İzmir Mektebi İdadisi’nin (lise) 1876’da, yani 19. Yüzyılın sonlarında açıldığı hatırlanırsa, 18. Yüzyılın ilk yarısında başlayan Rum cemaatinin İslâm millet ile arasındaki eğitim seferberliği makasını ne kadar açmış olduğu anlaşılır. İyice açılan makas hem korku, hem de kıskançlık kaynağıdır: “Zimmetimizdeki gavurlar” nasıl olur da İslâm millet insanından daha ileride olur?!

“1919’da İzmir ve civarında 40.000 Rum öğrenci, 900 Rum öğretmen ve 250 Rum okulu vardı. Buna karşılık olarak 98 İslâm okulunda 6.300 öğrenci, 200 öğretmen vardı.”

Ganimet ve vergilere dayanarak biriktirdiği zenginlikle gününü gün etmeye, her işini diğer milletlere yaptırmaya alışmış İslâm ekabirleri (büyükleri) eğitim konusunda uyanasıya “Üsküdar’da sabah olur!” İzmir’de ilk liseyi açtıklarında, yani 1876’da “anayasal düzen” (meşrutiyet) ve alt sınıflarla eşitlik şokuyla uyanırlar. Anayasal düzen ve zımmilerle (Allah’ın onlara zimmetlediği kullarla” nasıl olur da eşit olurlar? Suçu sadece Sultan Abdülhamit’in üstüne atıp da kurtulmak olmaz, Osmanlı ayanı, eşrafı ve cümle ileri gelenleri “açılmış makas”ı kapatmak için çareyi öncelikle “öteki”lerin zenginleşmesini frenlemekte görür ve başta “ticaret” eğitimi olmak üzere “modern eğitim seferberliği”ne girişilir.

Bakın Abdülhamit 1908’de Meclis Mebusan (Milletvekilleri Meclisi) açılışında yaptığı konuşmanın ilk cümleleriyle bunu nasıl itiraf ediyor:

Padişah’tan Al Haberi

“Tahta çıktığım zaman yürürlüğe koyduğum Anayasa’nın uygulama alanına konulmasında zorluklara dayanan, o zaman Devlet adamları tarafından gösterilen gerekçe üzerine, Meclisi Mebusan geçici olarak çalışmalarına ara vermişken padişahı olduğum memleketlerde eğitimin gelişmesi ile halk (İslam olanlar-tu) istenilen düzeye gelinceye kadar yürürlüğe konulan yasanın uygulanmasının ertelenmesi önerilmiş ve sunulmuş olduğundan Mebuslar Meclisi’nin tekrar toplanması zamanı padişahı olduğum memleketlerin her tarafında okullar kurulması ile eğitimin gelişmesine özenle bağlanmıştı. Şükür olsun o amacın gerçekleşmesiyle eğitimin gelişmesi sayesinde yıllar halkımızın yeterli düzeye yükselmiş olması nedeniyle gösterilen isteğe dayanarak ve bu bu isteğin ortaya çıkması devlet ve memleketimizin halen ve gelecekte mutluluğuna neden olacağından emin olduğumdan buna karşı görüş ve yorumda bulunanlara rağmen tereddütsüz Anayasayı yeni baştan ilân eyledim ve seçimler yapılarak Meclisi Mebusan’ın toplantıya çağrılmasını buyurdum…” (TBMM Tutanaklar)

Dikkat ediniz, hâlâ “ekabir”ler arasında “anayasal düzene “hayır” diyenler var! Rum, Ermeni ve diğer İslâm olmayan milletten bir kimsenin “anayasa ve eşitlik istemeyiz” dediğini duydunuz mu?

“Okulun dalları ve öğrenci sayısının artışı nedeniyle merkezi bina yetersiz kaldı. Büyük bağışçı rahmetli Küpecoğlu’nun bağışladığı arsanın üstünde yardım kampanyası ile muhteşem binalar yapıldı. 21 Aralık 1919 tarihinde Aya Ekaterini semtinde duygulandırıcı ve gösterişli bir tören sırasında okulun temeli atıldı. Yeni okulun ek binaları şunlardı:

1) 72.000 ciltli ve 1.200 nadir bulunan elyazması ihtiva eden Kütüphane. Bunlardan en değerlileri 11.y.y.dan kalma bir Tevrat, “Fisiologikos” başlıklı bir zooloji (hayvanbilim) kitabı ve Aristotelis’in 1505 baskısı bir kitabıydı.
2) 3.000 adet emsalsiz arkeolojik eser ihtiva eden Arkeoloji Müzesi (kil, cam ve mermer yapılı heykeller, kabartmalar, kitabeler, dirhemler vs.)
3) Küçükasya’dan gelen 15.000 parça sikke koleksiyonu.
4) Kurutulup doldurulmuş hayvan postları, maden örnekleri, Afrika kabilelerden gelme silâhlar içeren Fizyoloji-Antropoloji Müzesi.
5) Fizik ve kimya laboratuarları.
6) Zor bulunan portre, manzara ve deniz konulu resim koleksiyonu.
7) Özel bir kule üzerinde yerleştirilecek mükemmel teleskoplu bir gözlemevi!

Her bakımdan modern ve görkemli olan bu bina 1922 yılının Mayıs ayında tamamlandı.”

“1922 yılının Eylül ayındaki yangından bahsetmek istiyorum. 1922 yılında bu “bilgi tapınağı” yeniden inşa edilmiş ve tamamlanmış durumda faaliyete geçmeye hazırlanırken, öngörülen tarihten tam 3 ay önce 1922 senesinin Eylül ayında İzmir’in mahvı ve ardından Rumların, atalarının yüzyıllar boyunca yaşadıkları topraklardan zorunlu ve temelli ayrılışı gerçekleşti.

İzmir’in en büyük kısmını yakan yangın, sadece Evangeliki Okulunun eski binasını değil, aynı zamanda Kütüphaneyi, Arkeoloji Müzesini, Fizyoloji-Antropoloji Müzesini ve her şeyi kül etti…”

Mayıs ayında tamamlanan yeni binalar yanmadı! Bugün İzmir’in ünlü Namık Kemal Lisesi olarak, yine eğitim mekanı olarak hizmet veriyor ve ne çok şey anlatıyor değil mi? Unutulmasın: İnsan yalan söyler, mekân yalan söylemez.

Talât Ulusoy

17.02.2015

Yüzleşme Mekanları-1: ESİR HANLARI

Eğitim yoluyla bulaştırılan “özcülük” hastalığının en açık belirtisi “biz” özneli ifadelerdedir:

– Biz esir ticareti yapmadık, yapmayız!
– Siz kimsiniz?
– Biz Müslümanlar, biz Türkler!

Biz asla “öyle şeyler” yapmayız! Konu “öyle şeyler” olunca ikircimsiz bütün “Türk-İslâm” milletine kefil olan kişi, dönün bakın apartmandaki kapı komşusuyla kavgalıdır! “Yaramaz herifin teki” der lâf açıldığında, “her kötülük beklenir ondan!” Hele muhabbet konusu siyaset ise, “öteki” partinin alayı “hırsız”dır! Her “Ermeni …” sözü geçtiğinde “biz öyle şey yapmayız” diye fırlayan aynı kişi değildir sanki!

Bunun kökü, yedi yüz yıllık “millet hakime” kültüründe yatar. Sarayın, köşkün, konağın efendilerinin cümle İslâm milletine de bulaştırmayı farz bildiği “kibir”dir ve “zorunlu milli eğitim” ile şiddetlenen ve süreğenleşen bir haldir. Oysa kibir “günah”tır! “Biz, Türk-İslâm asıllılar, öyle şeyler yapmayız” demek “günah”tır.

İzmir’de, tarihi Kemeraltı’nda “saklanmış” bir han vardır, yüzüne bakan tanımaz. Adını sorarsan “Esir Hanı” der çevre esnafı. İyi ama, bu han niye “Esir Hanı” diye tanınır? Ama “on altı devlet yıkmış” milli ve dini tarihte “kölecilik” yazmaz!

“İnsani” İNSAN TİCARETİ!

“19.Yüzyıl sonlarına doğru “esir” isminin han için kullanılmaması, adından gelen fonksiyonu da yitirdiğinin belirleyicisiydi… Daha önceki yıllardaysa, esir ticaretiyle yapının ün sahibi olduğu, imparatorlukta 1854 yılından sonra bu ticaretin yasaklanmasıyla önemini kayıp ettiği de söylenebilir…” (Prof.Çınat Atay, İzmir Hanları, s.147, İzmir BŞB Kültür Yayını 2003) “

Demek ki, vakti zamanında bu handa “insan ticareti” yapılmış! Tarih 17. Yüzyıl sonları, 18. yüzyıl başları diye kestirildiğine göre, en azından iki yüz yıla yakın irice bir zaman diliminde “esir alınıp satılmış” bu handa. Esir ticareti Tanzimat’tan sonra Sultan Abdülmecit tarafından 1854’te resmen yasaklanmış!!! Eee, olmayan bir şey, yapılmayan bir ticareti padişah niye yasaklasın?

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa suresi) Kölecilik yok değil, “köle”ye iyi davranmak var! “Biz” Amerikalı “beyaz” adamlar gibi “kötü” davranmadık denilse bir dereceye kadar kabul, ama bu yapılmıyor, külliyen yalana sarılmak “milli görev” olmuş. Ya da “biz sadece hizmetçi ve cariye olarak köle kullandık” yalanı…

SARARMIŞ RESİMLERE SOR!

Cariye, hizmetçi bir yana, özellikle Ege ovalarına büyük çaplı pamuk üretimi için çok sayıda Afrikalı “köle” getirilmiştir. Delili mi? Hâlâ İzmir’in Söke, Torbalı, Bayındır ilçelerindeki “siyahi” köyleri… Yörede onlara “Arap” denir, neden ki?

Anlatan bir “siyahi”, bir “köle” kökenli, Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği başkanı Mustafa Olpak: “Bize neden Arap dediklerini de yıllar sonra öğrendim. Hacca deve yoluyla gidildiği dönemde, konu komşuya Hacca gittiğinin kanıtı olsun diye orada siyah çocuklar kaçırılıp getirilirmiş. Onların hepsinin nüfus kağıtlarında doğum yeri Arabistan yazar. Arabistan yarımadasında siyah yoktur ama bu yüzden Arap kalmış siyahların adı. Bafa, Milas, Söke bölgesinde dedeleri böyle getirilmiş binlerce kişi var…” Dernek adındaki Afrikalılar “bizim Afrikalı”lar, eski kölelerin Türkleştirdiğimiz (!) “özgür” çocuk ve torunları! Siyahi Afrikalı köleleri Anadolu’ya getiren Osmanlı’ya, onlardan “beyaz Türk yurttaş” devşiren Cumhuriyet’e ne kadar minnet duysak azdır!!!

İzmir Kent Kitaplığı tarafından yayınlanan “Eski İzmir’den Anılar” kitabında Şehabeddin Ege anlatır:

“Yalan inanç olan zenci alışkanlıklarından bizce tanınmış olan belli başlısı, her ilkbahar mevsimi İzmir’de yaptıkları dana bayramlarıdır… Bolluk bereket, eğer dana bayramı yapılmazsa, inanışlarına göre olmazdı… Bolluk ve bereketi getirecek olan buzağı ise kutsaldı. Dana bayramını ruhani bir kendinden geçme ve coşku içinde yaparlar ve volkan gibi ateş fışkıran iri dudaklı ağızlarına yanmış ateş alanlar, kızgın şişleri göğüs, burun ve avurtlarına sokanlar, yalın kılıç ve hançerleri bedenlerine saplayanlar olurdu…”

Bu “doğru inanç” içine bir türlü girmeyen “İslâmlaştırmadıklarımız”, kıyamet kopsa gelir her Mayıs’ta Eşrefpaşa Bayramyeri’nde toplanırlar bayramlarını coşkuyla kutlarlardı. Semtin adı Ramazan’dan, Kurban’dan değil, taa Afrika’dan Nijerya’dan, Sudan’dan, “dana”dan gelir. Egeli siyahiler “resmen” kullanmalarına izin verilmese de, “Dana Bayramı”nı bugün de coşkuyla kutlar.

GÖLGEDEKİ İTİRAFLAR

Pamuk üretimi, hac delili, saray-konak hizmetkârı ve benzer gerekçelerle çok “köle” getirilmiştir bu topraklara. Bakın, objektifine insanların da takıldığı eski fotoğraflara bakın, siyahi insanlar göreceksiniz. Özellikle İzmir fotoğraflarında… Gördükleriniz ya “azat” edilmiş “işe yaramaz” yaşlı köleler, ya da hâlâ çarşı-pazar işlerine gönderilen “ev-içi” kölelerdir.

Osmanlılar Müslüman yapmak için kimseyi zorlamamıştır! Peki küçük yaşlarda toplanan Hıristiyan çocuklarına ne demeli? Çocuk kaçırmadım; tellâl ünlettim, sekiz yaşından küçük, yirmi yaşından büyük olanları ailelerinden koparmadım ve hatta ailelerin rızasıyla aldım demek, kurtarmaz! Padişah, paşa, bey, ağa hem “köle”si yapmak, hem de “kitaba uysun“ diye Müslüman yapmak için insanlara zor kullandı. Milleti Hakime’nin tepesindekiler bütün Milleti Hakime’yi, yani İslâm-Türk milletini “biz” üzerinden suç ve günahlarına ortak ettiler, ediyorlar.

Hiçbir delil ikna edici gelmiyorsa, Şemseddin Sami’nin 1876 baskısı Kamus-u Türki adlı sözlüğüne başvurun; orada yer alan “esir sosyolojisi” kapsamındaki onlarca kelime gökten mi indi?! Sadece iki örnek: Cariye, Akçe ile satılıp alınan hizmetçi kız. Esasen harpte esirliğe giriftar olmuş (savaşta esir düşmüş) veya sahibi evveli (ilk sahibi) tarafından satılarak muameleyi zevciye (eş olarak) alınmış kız; Celebdan, Vaktiyle sürüyle esir sevk (önüne katıp götürmek) ve esircilere füruhat eden (satan) eşrefi mahlukat tüccariyesi (insan ticareti)…

İslâm’da insanı köleleştirmek şiddetle yasaklanmış! Ya Hu, bir Afrikalı “siyahi”yi, Balkanlar ve Kafkaslar’ın bir Hıristiyan çocuğunu hür olarak yaşadığı topraktan söküp getiren, alıp-satan sen değil misin? Bu nasıl bir “yasak”? Burundan kıl aldırmayan savunmalarla karşılanır böyle sorular:

– “Öyle de olsa, İslâm “kölelik” müessesesini getirmemiş, sadece köleler lehine daha insani ve vicdani yumuşatmalar yapmıştır…”

Bu sözler “itiraf” değil de nedir? Hem “köleler lehine” yumuşatmalar yapacaksın, hem de sende “kölelik” kurumlaşmış olmayacak? Kurumlaşmanın daniskası, en inceltilmiş hali!!!

– Sahip (efendi, bey, paşa) cariyeyi hamile bırakırsa, doğacak çocuk ”özgür” olacak! Üstelik bu cariye-anne artık alınıp satılamayacak!

Gördünüz mü “Milleti Hakime” adaletini? Amerika’da kölenin çocukları da köle olurdu, Osmanlı’nın yaptığı bu “insani” yanlarıyla Amerikan köleciliğinden ayrılırmış!

HEM HADIM EDER ADAMI, HEM VEZİR EDER!

Harem ağası için; saray ve konaklarda harem bölümünü korumak ve türlü hizmetlerini görmekle yükümlü olan “hadım edilmiş siyahi” tanımı yapılır. Hadım etmek, enemek kelimesi Osmanlı dünyası dışından mı Türkçe’ye bulaştı acaba? Kamus-u Türki pek net açıklamış “hadım” kelimesini: Aleti tenasülü kat olunmuş (üreme organı kesilmiş) erkek.
Haremağası deyip geçmeyin! Kolay değil, türlü eğitim ve rütbeleri aşıp yükseliyorlar. En yükseğe erişeni kızlarağası oluyor. Kızlarağası padişah ve sadrazamdan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda en yüksek rütbe. Evet, evet! Cümle beylerbeyinden, cümle paşadan da yüksek! Gördünüz mü Osmanlı’nın farkını, hem adamı “hadım” ediyor, hem de “vezir”! İyi ki Osmanlı’da kölecilik uygulaması kurumlaşmamış , bir de kurumsallaşsaydı (müesseseleşseydi) var ya!..

İzmir’de “Esir Han” gibi unutulmamış, gün boyu dolup taşan pek meşhur bir han var: “Kızlarağası Hanı”. Oysa burası da bir “esir”in hanı. Hanı yaptıran Kızlarağası Beşir Ağa, “azat” edildikten sonra, han yerine bir köşk, bir saray da yaptırabilirdi kendine; “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı, içinde salınan yar olmayınca” diye hayıflanmış, han yaptırmakta karar kılmış olmalı!

Ya Hu, ya Allah’ın garip kulu, gündemin bu kadar yüklü olduğu şu günlerde nereden çıktı bu garip muhabbet, demeyin. Bakın, geldi çattı 2015! “Özcülük” bu 2015’te “tavan” yapacak! Hattâ “Bizim en kötümüz başkasının en iyisinden iyidir” diyebilen bir meclis başkanı özcülük çıtasını en yükseğe taşıdı bile. Bu söz, bir Türk’ün, bir Müslüman’ın yaptığı ve yapacağı her kötülük “yargısız beraat” alır hükmünün ilâmı değil mi?

Her şehrin “esir han”ları vardır. Bunlar görülüp gösterebildiği gün, hiçbir suçlu cezasız kalmaz!

Talât Ulusoy
18.01.2015

İzmir Yangını Fotoğrafları

14 EYLÜL 1922 YANGIN SONRASI İZMİR FOTOĞRAFLAR paylaşan: doysal

“GAVUR” FATMA

Hatırlıyorum. 9-10 yaşlarındaydım. Uzun boylu kır saçlı bir amca gelirdi bizim bahçeye… Bahçe dediğim istasyonun bahçesi. Babam Menemen tren istasyonunun bahçesini işletirdi. Gündüzleri büfe-lokanta, geceleri meyhane olan bahçeyi. Tavla oynarlardı babamla güle oynaya. Bazen de birbirlerini kızdırarak. Rafael‘di amcanın adı Terzi Rafael. Babam onun Menemen’in en iyi terzisi olduğunu söylerdi. Bir oğlu vardı Alberto, faytoncu. Bir de kızı vardı Raşel, güzelliği dillere destan. Annem onların Yahudi olduklarını, kayışa taptıklarını söylerdi. Galiba annem sevmiyordu Yahudileri. More

BİR İZMİR HİKAYESİ

15 Şubat 1933 günlü İzmir’de şehir (belediye) meclis toplantısında “Cumhuriyet rejimine uymayan mahalle isimlerini değiştirmek” için 15 Kasım 1932’de kurulan ve çalışmalarını tamamlayan komisyonun önerileri gündeme alınır. İki yıla yakın süren yorucu çalışmaların ürünüdür bu öneriler.

Yunanca, Ermenice ve Levanten dillerinden birine ait isimlerin değiştirileceği anlamını çıkardınız belki komisyonun tırnak içinde tanımlanan görevinden. Ama öyle değildir. İzmir’in üçte birini yok eden yangın, sadece Hristiyan mahallelerini kül etmiştir ve oralarda sokak kalmamıştır ki sokak adları “dert” edilsin. Zaten  Rumca, Ermenice ve Levanten dillerinden birine ait resmi sokak ismi yoktur. Varsa da bunlar çok azdır ve hemşerilerin ortak diline yerleşmiştir; Agora, Havra sokak, Frenk caddesi gibi… Elbette halk arasında her topluluğun kendi diline ve dinine uygun adlandırması vardır. Ama bunlar “Defteri Hakani”de kayıtlı resmi isimler değildir ki! Değiştirilecek olanlar doğrudan veya dolaylı olarak Osmanlı dil ve kültür dünyasını yüz yıllardır taşıyıp gelen mahalle, sokak ve çıkmaz-sokak isimleridir. More

Ermenilerin Yok Edilmesi ve Bir Tanık

Uzun yıllar evvel tanışmıştık onunla. Başlangıçta neredeyse her gün, sabah akşam görüşürdük. İskelenin yakınında beni bekliyor olurdu. Ayaküstü laflardık. İlk günden beri bir sıkıntısı varmış, bir şeyleri söyleyemiyormuş gibi gelirdi bana. Belki de bendim kararsız sorularımla onu susturan.

Bir garip Melamet yolcusu gibiydi. Üstünde bir redingot, elinde bir rovelver vardı. İn mi cin mi, iyi mi kötü mü belli etmezdi. İskele uzaklara taşınınca görüşemez olduk. Uzaklaşmadık ama! Geçtiği yollarda izini sürdüm ve yıllar sonra dilini ve yolunu, sanırım biraz anladım. More

Previous Older Entries