SEÇMEKTEN KİM USANIR…

Meşrutiyet’in ilânından bu yana, yani yüz otuz sekiz yıldan beri “seçim” peşinde koşulur, hep İttihatçılar “kazanır.” Yine de seçmeye doyum olmaz, seçime küsülmez. Kimse heveslenmesin, pek yakındır, bu milletin hiçbir unsuru artık İttihat’a yâr olmaz. İşte o seçimler tadından yenmez.
Geçmiş seçimler iyi ya da kötü bir sıfatla hatırlanır. Meselâ 1912 Seçimleri İttihatçı şiddeti altında geçtiği için, hâlâ “sopalı seçim” diye anılır.
Cumhuriyet ilanından sonra, 1946’ya kadar “hiç” seçim yapılmamış, dolayısıyla “hiç” şiddet yaşanmamıştır, diye sevinebilir miyiz? Seçim diye oynanan oyunlar, atanmış adayların Ankara’ya gönderilme törenidir. . Şiddetin esas tahribatı ruhlarda yaptığı “Tek Parti, Tek Adam, Tek Liste” dönemi olarak bilinir o yıllar.
1946 Seçimleri oyların açıkta verildiği, oy sayımının “gizli” yapıldığı ve sayıldıktan sonra “hemen” yakıldığı bir seçimdir. İtiraz hakkı(!) vardır, itiraz imkânı yoktur. “Hileli seçim” dir adı.
1961 Seçimleri “vesayet”in köşk ve “kışla” ile yetinmeyip parlamentoya da açıktan yerleştiği seçimlerdir. Darbeciler “tabiî senatör” sıfatıyla, seçilmeden, mezara kadar kalkmamak üzere parlamento sandalyelerine oturmuştur. Temelli (senatör) parlamenter rezaletine ancak 1982 Anayasası ile son verebilmiştir. Yeni darbeciler iş başına geldiği için artık eski darbecilerin hükmü kalmamıştır.
1983 Seçimleri “kumpas”a getirilip “darbe” yaptırılan beş generalin denetimindeki seçimdir. Tıpkı “Tek Adam”lı yıllarda olduğu gibi adayları kendileri belirlemiş, beğenmedikleri adayların üstünü çizmişlerdir. Halk arasında “Dört bardak bir sürahi” olarak adlandırıldıkları için, bu benzetmeyle de hatırlanır 83 Seçimi.
Sizce “genel-yerel seçim” haline getirilen 2014 seçimleri ileride nasıl hatırlanır?
“Baş Çalan” ya da “Büyük Talan” ya da “Yolsuzluk” lafları edeceklere baştan itirazım var. “Sütten çıkma ak kaşık” veya “camiden gelen” rolüne yatmayı yemezler artık .
“Tek Adam”a tapılan “Çok Parti”li döneminin “En Erkek, En Küfürlü” seçimleri olarak yazılmasını öneririm tarih sayfalarına.
Kadının Hakkı Kadına
Hani 5 Aralık 1934’te kafasının içi ve dışı “Cumhuriyet modası”na göre giydirilmiş kadınlara Tek Parti erkekleri milletvekili seçilme hakkı “vermiş”ti ya!.. Hani o hakkı “Cumhuriyet kreasyonu” dışında kalan kadınlar söke söke ancak geçen yıl “almış”tı ya, geçiniz! Baksanıza tabloya: BDP ve HDP dışındaki partilerde hâlâ en yüksek avazla nutuk atmak erkeklere, onları alkışlamak da kadınlara düşüyor!
Küfür ayıptır, günahtır. Kem söz sahibine aittir. İyi de bunlar hukuk düzeninde hakaret suçuna delil değil midir?
Bu memlekette küfür etmenin ayıp, günah sayılmadığı yerler vardır ki, oralarda küfür edene dokunulmaz. Stadyumlarda “tezahürat”mış gibi koro halinde küfredilir. Miting kürsülerinde “seçim konuşması” adı altında pes perdeden edilen “erkekçe” küfürlere ne demeli? Erkek egemenliğinden kurtulmak için önce “küfür”den ve “ses” şiddetinden kurtulmak gerek. Hangi kadın sesini o perdeye yükseltebilir ki?
Bir de Böyle Bir Seçim Var
“Joğvartan-Çan” gazetesinde okunduğuna göre, Ermeni Patrikhanesi’nin Cismani Meclis’i dünkü toplantısında seçimlere katılmak meselesi hakkında konuşmalarda bulunmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin Hıristiyanların dahi seçimlere katılmalarına izin vermesi …” diye başlıyor 20 nisan 1923 Cuma tarihli Akşam gazetesindeki haber.
“Hıristiyanların dahi“ ne demek oluyor?! Ya Hu, ortada daha Cumhuriyet yok, Lozan yok, bin yıllardır bu topraklarda yaşayan, 1908’den beri yasalarda yer alan “seçme-seçilme” hakkına sahip Hıristiyan yurttaşları kim “dahi” ekiyle bir anda ikinci sınıf yurttaş olarak sınıflandırabilir?!
“… Memleketin kanunlarından istifade etmedikleri için doğal olarak bir takım vazifeler dahi üzerlerine almaları icap edecekse ve bu vazifelerden en birincisinin seçimlere katılmak vazifesi olduğunu göz önüne alan Meclis Ermenilerin dahi seçimlere katılmalarını uygun bulmuştur…”
“Adam olacak oğlan bokundan belli olur” derdi eskiler. O hesap, bu haber de doğacak Cumhuriyet’in gelecekte ne olacağını gösterir. O gün bu gündür Türkiye’nin “çoğulculuk” yolu kapalıdır. Her şeyden önce azınlık olanın, sayıca az olanın, çoğunluktan farklı olanın hakkını korumayan, onları ezilmeye mahkum kabul eden “çoğunluk” taraftarlarının “kayısız şartsız hakimiyeti” arzulanmıştır hep “milleti hakime” büyüklerince…
Devlet Yönetme Sanatı
Başbakan Erdoğan: “Cumhuriyet Halk Partisi devlet yönetemez” diyor. Muhalefet lideri Kılıçdaraoğlu: “Devleti kuran parti niçin devleti yönetemesin” diye zekice bir soruyla karşılıyor bunu. İktidarla muhalefet arasındaki uçurum çok derin!
Her türden İttihatçı, Mareşal Liman von Sanders komutasında Çanakkale “Zafer”i, Ermeni Soykırımı, Rum tehcirleri ve İzmir Yangını gibi konular açıldığında “milli birlik” oluverirler de, bir konuda asla anlaşamazlar ve Türkiye’de yüz yıldır siyaset bu anlaşmazlık üzerinde şekillenir: “Sermaye Paylaşımı.” Yolsuzluk veya soygun dedikleri, “Sermaye Paylaşımı”nın göbek adıdır
Cümle İttihatçılar birbirinin ipliğini pazara çıkarmak için elinden geleni ardına koymaz. Yüz yıl boyunca yapılan yolsuzlukları teker teker ortaya döker, yine de bitiremezler..
Ama “centilmence” mücadele ettiklerini söylemeliyim. Hiçbiri Ermeni ve Rum mallarının talan edilmesinden, emvali metruke (terk edilmiş mallar!) soygunundan tek kelime söz etmezler. “Kurucu Sermaye” üstüne kavga olmaz!
Onlar, 1915 Büyük Soygunu’ndan sonra “ceplerini ayırmış” İttihatçılardır. Miras yüzünden kavgalı bir Osmanlı ailesidir onlar.
Tal’ât Ulusoy-Yüzleşme Atölyesi
27 Mart 2014

MEĞER EVREN’E DE KUMPAS KURULMUŞ!

Kumpas mühendislerin, ustaların incelikli işlerde kullandıkları bir ölçüm aleti. Yani mekanik bir kavram.
Nereden çıktı bu muhabbet? Başbakanın baş danışmanı köşe yazısında “tesadüfen” “kumpas” deyiverdi ve birden “zindan”lar boşaldı! Çünkü bu kumpas başka kumpas; doldurup boşaltan, açıp kapayan, kurulup bozulan kumpas!
“Kumpas kurmak” fiili; gizli bir iş, bir hile, incelikli bir düzen hazırlamak anlamında kullanılır. Kumpas kurarak; hedeflenen kişi ya da kişiler oyuna getirilir, tuzağa düşürülür. Bir yanıyla sosyolojik bir kavram. Toplum mühendisliği uzmanlarının baş kavramı.
Sosyolojik kumpas sarmal işleyen bir düzen. Yani hile hileyi izler, tezgâh tezgâhı çağırır, oyun üstüne oyun kurulur. Yani bir yolsuzluğu örtmek için onu perdeleyecek yeni yolsuzluklar sürülür piyasaya. Örneğin “kutu kutu paralar” ortalığa saçılmışken, bir anda “ordumuza kurulan kumpas”a sarılmak yeni bir yolsuzluğa atılan adımdır. Buna sarmalın gelecek zaman hali diyebiliriz. Sarmalın tersine, yani geriye işleyişi de kaçınılmazdır, metazori “yüz yıllık yolsuzluklar” sarmalının ayrılmaz parçası olursun. Geçmiş zamanın cümle kirlerine ortaksındır.
Kumpas Sınır Tanımaz
“Ordumuza kumpas”ı sadece Ayışığı, Yakamoz, Sarıkız ve Balyoz gibi “başarılamamış” incelikli darbe planlarının kurmaylarıyla sınırlayamazsın. Ergenekon’u örgütleyen emekli askerler de “kumpas”tan kâr payı ister. Danıştay cinayeti ve Zirve katliamı gibi hunharlıkların “sivil asker”leri de bakmışsın zindanlardan çıkıvermiş. Bu onlara yetmez ama, mağdur ve mazlumu oynar, “kahramanlık” payesi de isterler! İyi de, Cumhuriyet tarihinde “kahraman”ların yargılandığı nerede görülmüş?..
Evet; bu ‘kahramanlar’la ilgili tüm yargılamalar durdurulmalı, kesinleşmiş kararlar yok sayılmalı ve Danıştay ve Zirve suçluları da dâhil, asker-sivil herkesten özür dilenmelidir diye yarından tezi yok dikilirler karşına.
Halkın Oylarıyla Kumpas
Doğruya doğru: 1980 Darbe Anayasasının “ordumuzun darbe elebaşıları”na dokunulmazlık sağlayan geçici on beşinci maddesi halkın oylarıyla kaldırıldı. Bu da mı “ordumuza kumpas”tı? Halkın oyuyla darbeci iki general yargılanmaya başlandı. “Asmayalım da besleyelim mi” diyerek, Erdal Eren’in yaşını büyütüp idam ederek memleket ekonomisi için büyük tasarruflar sağlayan Evren Paşa, “planlanmış darbe”yi başaran asker olarak mahkeme önüne çıkarıldı. Anlaşılan bu da “ordumuza kumpas”!
Öyleyse; 12 Eylül darbecileri hakkındaki yargılamalar da durdurulmalı ve onlardan özür dilenmelidir. Hatta idam cezası geri getirilmeli, cezaevlerindeki vatan hainlerini beslemek için harcanan paralar tasarruf edilmelidir. Elbette, geçici on beşinci madde de yeniden anayasanın sonuna eklenmelidir.
Kumpas sarmalı sadece “demokrasiperver ordumuz”a yapılanlarla sınırlı kalmaz. Ordumuzun “eser”lerine de uzanır. 1980 Faşist Darbesi ve 1982 Anayasası ordumuzun “eser”i değil mi? Cumhuriyet tarihinde yüzde doksan iki oy oranıyla kabul edilen başka bir anayasa var mı? Yok. HDP ve BDP’den başka yeni bir anayasaya gerçekten ihtiyacı olan parti görünüyor mu? O da yok. Öyleyse bu anayasayı değiştirmeye ne gerek var?
Hal böyle ise; milliyetçi, ulusalcı, İslâmcı tüm partiler bir araya gelip “yeni anayasa” yapmaktan kesin olarak vazgeçtiklerini açıklasınlar.
Postmodern Kumpas
28 Şubat postmodern kumpasına ne demeli? Sızlanmalar, ağlaşmalar dışında bu kumpas bahanesiyle yargılanan asker ya da sivil-asker olmadı. Olmadı ama, söylenmedik laf da kalmadı. 28 Şubat medyasından ve bin yıllık planları bozulan 28 Şubat paşalarından da paşa paşa özür dilenmelidir. Yeter mi?
Yetmez, 12 Mart 1971 askeri “müdahale”si de unutulmamalıdır. Asker sopasına güvenen “sivil” hükümet eliyle “fazla gelen özgürlükler”i budayan, Meclis’i “siyaset sirki”ne döndürüp keyfince oynayan paşalardan da özür dilenmelidir. Deniz Gezmiş gibi astıkları, vurup öldürdükleri gençlerin aslında birer kumpas kazası olduğuna dair kanun çıkarılmalı ya da kanun hükmünde kararname yayınlanmalıdır. Bu da yetmez ama!..
Evet, 27 Mayıs 1960 “Devrim”inde kumpasa gelip başbakanı ve bakanları asan ordu ve sivil destekçilerinin de mağduriyeti giderilmeli, 27 Mayıs yeniden bayram ve tatil ilân edilmelidir.
Oldu olacak tertemiz bir tarih sayfası açalım: Bir emekli paşanın “bir özel harp işiydi, ve muhteşem bir örgütlenmeydi. amaca da ulaştı” dediği 6-7 Eylül 1955 pogromu da inkılâp tarihindeki Türk devrimleri arasında hak ettiği yeri almalıdır. Yetmedi mi?
Yetmez, yetmez, yetmez!
Dersim’i bombalayanlardan özür dilenmelidir. Orası durup dururken bombalanmamıştır. Mutlaka Dersimliler bir şey yapmıştır!!!
Kürtlere;“Karda yürürken ‘kart, kurt’ diye ses çıkaran Türkler” gibi bir “bilimsel” buluşu resmi belgelerine de geçirmiş olan ordumuzun, bir “kumpas” sonucu otuz yıl boyunca “Kürtleri ıslah savaşı”na zorla itildiği Milli Güvenlik Kurulu kararı haline getirilmelidir.
Oldu olacak, “Mustafa Kemal’in askerleri”nin neredeyse sevdiği tek sivil (!) olan Talat Paşa’dan da özür dilenip, tertemiz tarih sayfalarında hak ettiği yere oturtulmalıdır.
Tapu kayıtlarına “gizli belge” muamelesi yapmaya da bir son verilse iyi olur. Kapanın elinde kalan (!) Ermeni mallarının analarının ak sütü gibi helâl olduğuna dair bir fetva alınması yeter gizlilik ayıbından kurtulmaya. Bu fetva uyarınca, 2015’e girmeden, “mümin” görünen yağmacılarla, “laik” görünen yağmacıların tarihsel uzlaşmasının önü açılır ve “Enverci, Talatçı” bölünmesine son verilebilir.
Hasılı; İttihatçı Cumhuriyet tarihi boyunca halka aptal, sivile güvenilmez, düşünene tehlikeli diyen bütün asker ve asker vesayetini sevenlerden özür dilenmelidir, vesselâm! Geçmişin bütün kirleri itinayla temizlenmelidir.
Tal’ât Ulusoy-TARAF, 13 Mart 2014

YENİDEN İSTİKLÂL HARBİ

İttihat ve Terakki Cemiyeti İzmir Şubesi’ne

…Milli yardım adına çok paralar toplanıldı. Köylülerimiz tohumluk zahiresini satarak, şehirlilerimiz bütün zorunlu ihtiyaçlarından vazgeçerek ellerinde avuçlarında ne varsa size verdiler.

 Siz bir takım kurumlar oluşturmak, okullar açmak vesaire gibi pek güzel ve ilk bakışta çekici sözlerle onları oyalıyor, aldatıyorsunuz. Çünkü aradan epey vakit geçtiği halde halâ hiçbir şey yapmadınız. Tiyatrolardan, konferanslardan adeta haraç gibi … alınan yardımdan elinize geçen binlerce liraları ne yaptığınızı, ne yapmak istediğinizi öğrenmek istiyoruz.

… Eski hükümetin bizden aldığı haklı haksız bir çok vergilerin hesabını artık sorabileceğiz diye sevindiğimiz bir devrede bir Cemiyet bize aynı dolabı çevirmek isterse o zaman iş başkalaşır.

Ey İttihat ve Terakki’nin İzmir Şubesi’ni teşkil eden … kişiler! Bilmiş olunuz: İzmir halkı sandığınız kadar budala değildir. İşte bugün sizden hesap istiyoruz…?!

Çıkmaz Bu Yol Bir Yere

Haftalık “Serbest İzmir” gazetesinde (no.23) yer alan bu açık mektup; İttihat’ın içinden çıkan “çete”nin nereye gittiğini gören ve hesap soran vicdanlı insanların bir “erken uyarı”sıdır. Uyarı dikkate alınmaz.

İttihatçı çete yukarıdaki “ufak” yolsuzluk işlerine başladığında Meşrutiyet henüz altı aylıktır. Darbe yapıp (23 Ocak 1913) suyun başını tuttuktan sonra kimse tutamaz onları, girilen İttihatçı “tek yol” milliyetçi “iyi niyet” taşlarıyla döşelidir.

Tek yol”; Hıristiyan yurttaşlardan “kurtuluş” için Hıristiyan Almanya’nın kurmayları emrinde girilen savaşla, savaş fırsatçılığıyla ve özellikle “1915 Ermeni Soykırımı” suçuyla tam bir batağa sürükler memleketi. Savaş, yolsuzluğu örtecek “zafer”i getirmez.

Her savaş sonrası yenenler yenilenlerden hesap sorar. Bu hesabın içinde elbette “Ermeni Tehciri” de vardır. Vicdan sahibi Osmanlılar da “vatan haini” İttihatçı çetenin yargılanmasını ister. Yakalananlar yargılanır, mahkum olur, Malta’ya sürülür. Yakalanamayanlar kaçar “Ankara”ya sığınır, “vatansever” olur. Ardından “Malta tutsakları” kurtarılıp Ankara’ya getirilir. Sonunda İttihatçı “kurtuluş”u gerçekleşir.  İttihatçılar  “Cumhuriyet “te iktidar, “İttihatçılık” da kurucu ideoloji olur. Bunlar bilinenin tekrarı.

“Milli” Suçlar İtinayla Aklanır!

Cumhuriyet öncesi İttihatçı yolsuzlukları Çanakkale, Sarıkamış ve “İstiklâl Harbi” şehitlerinin gölgesine saklandı, sorgulanmadı, yargılanmadı. Cumhuriyet sonrası İttihatçıları da aynı yolu izledi, izliyor.

Geçmiş yılların darbe beklenen günlerinde Çanakkale’ye koşan, Sarıkamış’a çıkan “Atatürkçü” İttihatçılardan ne farkı var bugün “İstiklâl Harbi” ilân eden siyaset eşrafının? Yolsuzluk dosyaları ortaya çıkınca yeniden “İstiklâl Harbi” başlatmakla, darbe için “İkinci Kuvayı Milliye” çağrısı yapmak aynı kökün iki dalı.  Hindistan’dan gelen altınları “zimmet”inde tutmakla, ihalelerden “havuz” oluşturma arasında açısından bir fark yoktur.

Hayır işlesin diye teşvik ve sevk ettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir (sevap) alamazlar. Ama kayıtlı ve şeffaf olmaları şartıyla hayır kurumları bundan istifade edebilirler; çünkü onların bir zorlamaları ve baskıları söz konusu değildir, verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir.” (İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman, 27 Aralık 2013 Yeni Şafak)

Ağustos 2003’ten beri on milyarın üzerindeki muamelelerin banka veya eşdeğer kurumlar üzerinden işlem görmesi ve belgelenmesi zorunluluğu var. Bu yasal zorunluluk mutlak “hayır işleri” için çiğnenmiştir! “İyi niyet” taşlarıyla döşeli İttihatçı yolu değil mi bu? Ortada bir yolsuzluk yok, kabul; bir “irtikâb”, bir “usulsüzlük” de mi yok? İrtikâb; Rüşvet olmayan, rüşvet gibi olan şeydir. Meselâ vatan, millet ve diyanet için “bir daha ihale alamam” diyenlerden paraların alınıp “hayır işleri”ne harcanması gibi… Ama “yiğitliğe leke” sürdürülmüyor, bu bile kabul edilmiyor! Sapına kadar “erkek” İttihatçı terbiyede sonuna kadar “inkâr” esastır.

Kuruluş Felsefesinde Birlik

Yolsuzluktan bunalan İttihatçı Cumhuriyet’in asker-sivil siyasi “eşraf”ı yeniden barışıyor. “Kumpas”a gelenlerle “mabetten gelen”ler “tarihsel uzlaşma”ya doğru yürüyor. Çünkü 1915’in yüzüncü yılına giriliyor. Yeniden İstiklâl Harbi gerekiyor. “Silivri tutsakları”na özgürlük!

Yüz yıllık İttihatçı tarihin en belirgin başarısı; sağ ya da sol, İslamcı ya da laikçi, muhafazakâr ya da modern olsun, geniş toplumsal-siyasal kesimlerde “İttihatçı zihniyet”i güçlü olarak bilinçaltına yerleştirebilmiş olmasıdır. Solcu, İttihat’ı “devrimci” görür; sağcı, İttihat’ı “yüzde doksan dokuzu İslâm” bir memleket kurduğu için “mübarek” bulur. İki taraf da İttihatçı suçlarını başarı ya da kahramanlık olarak görür. İkisi de aynı reflekse sahiptir: Biz asla “soykırım” yapmayız! Her ne yaptıysak “millet” için yaptık!!!

“Ermeni Soykırımı” ile yüzleşme, yüz yıllık İttihatçı suçlarından, “tek yol” çaresizliğinden arınma dönemini başlatmak için bir umuttur. Geri dönüşsüz yoldan, “millet” için yolsuzluğun “kader” olduğu yoldan çıkıp, “kurumlaşmış demokrasi” yoluna çıkılabilir.

“Yolluk” niyetine bir soru: Yüz yıl sonra Ermeni Soykırımı ile yüzleşme “Barış Süreci”ne zarar verir mi? Zamanlama manidar mı?!

Tal’ât Ulusoy-15 Şubat 2014

 

TEK YOL İNKÂR…

İttihatçı suçlarının hesabı yüz yıldır sorulmadı. Bu suçları işleyenler hep kuyruklarını “dik”  hem de iktidarı ellerinde tuttular, eğilmediler.

Doksan yıllık İttihatçı Cumhuriyet saltanatında, “önce adalet” diyen seçilmiş ya da ‘atanmış’ pek görülmedi. Kanun mıncıklamak adalet arayışı gibi yutturuldu. Dünyevi ya da ilâhi adalet arayıcısı mağdur, iktidar koltuğuyla beraber İttihatçı çizgiye oturdu. İstiklâl Harbi, Çanakkale ve Sarıkamış üstünden gidenin mecburi istikametiydi bu.

İttihatçı çizgi, 1915’ten beri izlenen “Büyük Yolsuzluk”u inkâr çizgisidir. Yüz yıldır hesabı sorulamamış olan bu “yolsuzluk”, ardından gelen sayısız yolsuzluklara kaynak ve örnek olmuştur: İnkâr, hep inkâr, ölümüne inkâr!

O yüzden, bu memlekette adalete yönelmek, ancak ve ancak bu büyük yolsuzluğu sorgulayarak olabilir: 1915’te “gasp edilen” mallara kimler el koydu? Lozan’da “söz” verildiği halde bu mallar niye sahiplerine geri verilmedi?

Her sınıf ve zümreden insan şu görüşte birleşiyor: Bu memlekette hukuk düzeni bozuk; savcıya, hakîme, mahkemelere güvenilmez! Doğrudur. İstiklâl mahkemeleri kaldırıldığından (1949) bu yana; örfi İdare (sıkıyönetim), olağanüstü hal, özel yetkili mahkemelerle “adalet” dağıtıldı.  Adalet dağıtmakla görevli olanların bile “önce adalet” diyemediği, “önce devlet” dediği bir “garip” hukuk içindeyiz. Büyük Soygun’u gizlemek için kurgulanmış bir garabettir bugün “adalet” dediğimiz yapı.

İstiklâl mahkemeleri “vatana ihanet”i önlemek için kurulmuş gibi sunulur. Aslında kuruluşundan başlayarak esas görevi “1915’te işlenen suçu örtmek, suçluları korumak”tır.  Ali Çetinkaya ve Ali Kılıç gibi Ermeni Soykırımı suçlularının o mahkemede “yargıç” olarak oturabilmeleri bir tesadüf müdür sizce?

İzmir Yangını’ndan sonra Denizli mebusu Yusuf Refik Bey, beraberinde bir grup milletvekiliyle Batı Anadolu’da incelemeler yapar. Manzara korkunçtur, Ankara’ya dönmeyi bile beklemeden Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey’e bir telgraf çekerler. 28 Eylül 1922 günü Büyük Millet Meclisi’nin yüz on birinci toplantısında, “Kurtarılmış yerlerde geçici ceza mahkemeleri kurulması” hakkında bir kanun tasarısı ve geçici encümen mazbatası görüşülürken, okunan telgrafda:

“Muhtelif tarihlerde Ankara’dan hareket(le), muhtelif istikametlerde kasabaları, köyleri dolaşarak ve halk ile uzun uzadıya hasbıhal ederek (görüşüp konuşarak) İzmir’e geldik, burada da vaziyeti umumiyeyi tetkik ettik (genel durumu inceledik) …

 Dedikten sonra iki maddelik bir öneride bulunulur. İkinci maddesi aynen şöyledir:

“Emvali metrukeden (terk edilmiş mallardan) münbais (dolayı) namütenahi (uçsuz bucaksız) yolsuzlukların önüne geçerek hukuku Hazinenin sıyanetini temin eylemek (Hazine’nin haklarını korunmasını sağlamak) ve bu yebayi ahlâkiye musab olanlarla (ahlaksızlık hastalığına düşenlerle) işgal müddetince hıyaneti vataniyede bulunanları tecziye etmek (cezalandırmak) üzere vilâyatı müstahlasaya (kurtarılmış illere) hemen istiklâl mahkemeleri izamı (yollanması).”

Ancak Adalet Encümeni İstiklâl Mahkemesi yollanması ile yetinmez, İzmir’de “olağanüstü hal” var diye, zaten olağan dışı bir mahkeme olan İstiklâl Mahkemesi Kanunu’nda bir değişiklik önerir. Bu öneride “savcıların kararlara itiraz hakkı olmayacak ve idam kararları Meclis onayına sunulmadan uygulanacaktır.” 

Hüseyin Avni Bey bu öneriye karşı çıkar: “Bu son biçimiyle mahkemelere… ne diyeyim. Bilmiyorum… Uygar bir milletin mahkemeleri; daima savcılarının murakabe ve kontrol haklarını korurlar…”

Öneri sahiplerinden Ertuğrul mebusu Mustafa Kemal Bey değişiklik gerekçesini şöyle açıklar: “Olağanüstü zaman(dayız), düşman tarafından işgal edilen yerlerde Yunan düşüncelerine, Yunan emellerine hizmet eden … bir takım alçaklar vardır…” der Ve telgrafta yazılı gerçeği de önergenin gerekçelerine eklemek zorunda kalır: “Gasp ve yağmacılık edenler vardır, her türlü suç vardır…”

İttihatçı jargonda  “hain, alçak, düşman” kelimeleri, farklı görüşleri “tehdit” için bugün de yapıldığı gibi bol bol kullanılır. İttihatçı tarih “kahramanlar ve hainler” diyalektiğidir. Ama hiç “hırsızlar, soyguncular, tecavüzcüler” yoktur. Neden? Çünkü “biz” , yani Türkler, yani Müslümanlar öyle şey yapmayız. Her gün cereyan eden sayısız hırsızlığı “haşhaşiler” ya da “ecinniler” yapar!

Konya mebusu Vehbi Efendi uyarır: “Bu gibi meselelere inceleyinceye ve saptayıncaya kadar Yunan taraftarlığıyla kimse suçlanmayacaktır, demelidir… Bu kanunda mahkeme oluşturma ve savcı seçimi var. Fakat savcının müdahaleye yetkisi yok. Bu ne demek anlayamadım. Savcı atanıyor… mahkemenin vermiş olduğu karara müdahaleye yetkisi yoktur… Şu halde savcı yok demektir. Bu maddenin ruhu savcıyı ortadan kaldırmaktır. Ya savcı vardır, yahut da yoktur…”

Maksat “gasp ve yağma”yı önlemek değil, İzmir’deki “muhalif”leri temizlemektir. Nitekim İzmir’de, “kahramanlar” için “hak” olan “emvali metruke” talanı “Onuncu Yıl Marşı”nın söylendiği yıllarda ve sonrasında da sürer. Yağmacılar, emvali metruke tapularını cebine koyanlar sorgulanmaz.

Bu toplum yüz yıldır huzur arıyor. Aranan huzur şu sorunun cevabında: Bu memlekette tapular hâlâ niye şeffaf değil?

Tal’ât Ulusoy-TARAF, 3 Mart 2014

uiusoytalat@yahoo.com