“YÜZLEŞME TARİHÇİLERE BIRAKILMAYACAK KADAR CİDDİ BİR İŞTİR”

 

Şair Eşref, Selanik’te zabitlerin kazan kaldırdığı 10 (23)Temmuz’u da,  Anayasa’nın yeniden yürürlüğe sokulduğu 11 (24) Temmuz’u da zindandan çıkıp sürgüne gönderildiği İzmir’de karşılar.

Eşref Abdülhamit senelerinin çilesini çekmiştir, ama her şeyi “Kızıl Sultan”a bağlamaz. Sultan ile uğraştığı kadar, ”Sultan’dan çok sultancı” olanlarla uğraşır. Çalışmadan geçinen, padişah ihsanı ve rüşvet tiryakisi olmuş paşalar, beyler, ayan ve eşraftan başlayarak, saray beslemelerini yerden yere vurur.

Meşrutiyet’in yeniden ilânından on ay sonra Selânik’in İttihatçı askerleri İstanbul’a yürüyüp Abdülhamit’i devirince, “hürriyet geldi” rehavetine kapılmaz Eşref. Padişah devirmekle düzen değişmeyeceğini bilir. İttihat-Terakki’nin geleceğini görmüştür, şiirlerinde bu devletli sülükleri taşlamayı ölünceye kadar sürdürür.Osmanlı saltanatının perişanlığını, vezirlerin, paşaların, zabitlerin hürriyet düşmanlığını tutup yerden yere çalan Eşref’tir. Şöyle der:

“Bir büyük alçak olur rütbe-i balaya kadar

Adam payesi arttıkça hicabı azalır!

Böyle balada bitince dercât-ı namus

Var kıyas eyle gör vüzerada ne kalır?”

Yani dediği şudur:

Bir büyük alçak yükselirse en üst rütbeye kadar

İnsanın rütbesi arttıkça utanması azalır!

Böyle yükselmede namus basamakları bitince

Var kıyas eyle gör yükselmiş paşalarda ne kalır?

Enver’de, Cemal’de, Talat’ta kalan gibi: Savaş, soykırım, yüz yıllık şiddet.

 

7 Ağustos 1908 Perşembe günü yayınlanmaya başlanan “11 Temmuz” gazetesini ve Baha Tevfik’i saygıyla anıyorum.

Baha Tevfik İzmirlidir. İdadi’yi (lise) bitirdikten sonra bir süre “11 Temmuz” gazetesini çıkarır, 31 Mart 1909 olayından sonra İstanbul’a gider ve otuz dört yaşında hayata veda edesiye kadar (1914) pek çok eser verir, yayın çıkarır. Aşağıda “11Temmuz” gazetesinin ilk sayısında çıkış bildirisinden bir özet bulacaksınız. 10 Temmuz (23 Temmuz) günü Selanik’te kazan kaldıran İttihatçılar, 1912 Sopalı Seçim’i ve 1913 Babıali Baskını’ndan beri Baha Tevfik fikriyatını takip edenlere aman vermemiştir. Lütfen “muhterem kadınlığın bilcümle hukuk …” diye başlayan cümleye mim koyun. Aynı sayıda Baha Tevfik “Feminizm” dizisi başlatır. Yüz yıldır iyi tanıdığımız İttihatçı “tarihçi”ler, zabitan ayaklanmasını hâlâ devrim diye yutturmaya çalışıyorlar.

Talât ULUSOY

GAZETEMİZİN MESLEĞİ

Gazetemizin ismi “11 Temmuz”dur. Bu mübarek, bu mukaddes tarih aliyülala bid  (en yüksek onurla) tekrar edilmeli, tevkir (saygı gösterilmiş) ve tebcil (yüceltilmiş) olunmalıdır. Amerikalılarla Fransızlar dahi bu ay zarfında ilânı cumhuriyet edebilmiş, mesut olmuşlardır.

Gazetemiz siyasidir. Vakayı hazireyi siyasiyeden (şehirdeki siyasi olaylardan) ciddi ve hakiki bir surette karini (okuyucuları) haberdar edebilecek bilcümle vesaite (bütün araçlara) müracaat… etmiştir.

“11 Temmuz” aynı zamanda ilmi ve edebi makalat, eşar, (makaleler, şiirler) süs ve fantaziyeye ait yazılarla …. bilhassa şehrimizde hiç kıymeti bilinmeyen ve adeta kendisine adi bir hayvan muamelesi gösterilen muhterem kadınlığın bilcümle hukuk ve vezaifini (haklar ve görevlerini) olanca asabiyetiyle (gayretiyle) müdafaa edecek ve onlara cemiyet içinde lâyık oldukları mevkii ihtiramı (saygın yeri) bahşedebilmek için çalışacaktır.

15 Temmuz Demokrasi Bayramı

Temmuz ayı Osmanlı-Türk tarihinde pek önemli iki olayı barındırır. Birincisi, 11 Temmuz 1324 (24 Temmuz 1908) günü, yani Abdülhamit tarafından 1876’da geçici bir süre (32 sene) rafa kaldırılan Kanunu Esasi’nin (Anayasa’nın) yeniden yürürlüğe konulduğu gündür.

Gerçi İttihatçılar bu günü kabul etmez, onlar için “Hürriyet, Adalet, Müsavat “devriminin kutlanacağı gün 10 Temmuz’dur (23 Temmuz)”.  Çünkü o gün Selanik ve Manastır’daki zabitler ayaklanmış, “Meşrutiyet” ilân etmişlerdir!

Abdülhamit Anayasa’yı yürürlüğe koymasa ne olurdu? Büyük ihtimalle ayaklanan zabitler orduyu “Hareket Ordusu” olarak İstanbul’a yürütür, Abdülhamit’i tahttan indirirlerdi. O gün bayram olurdu.

27 Haziran 1909’da, Selanik ve Manastır ayaklanmalarının olduğu 23 Temmuz 1909 tarihi “Milli Bayram” ilân ettirilir. Ettirilir diyorum, çünkü 24 Temmuz olmalı diyenler az değildir. Meselâ Baha Tevfik, 7 (20) Ağustos 1908’de İzmir’de çıkarmaya başladığı gazetesine “11 (24) Temmuz” adını vermiştir.  “Gazetemizin Mesleği” başlığıyla kaleme aldığı çıkış yazısına şu cümleyle başlar: “Gazetemizin ismi “11 Temmuz”dur. Bu mübarek, bu mukaddes tarih, bir milletin tarihinde büyük bir değeri hâiz olan vak’a (sahip olan olay) aliyülala bid (en yüksek onurlu olgunlukla) tekrar edilmeli, tevkir ve tebcil olunmalıdır (saygıyla anılmalı ve yüceltilmelidir.)”

Baha Tevfik, kısa ömrüne sığdırdığı yazı ve çeviriler, çıkardığı gazete ve dergilerle gerçekte “özgürlük, adalet ve eşitlik” yanlısı olduğuna şüphe bırakmamıştır. Peki, Selanikli ve Manastırlı İttihatçı zabitlerin ve peşlerinden giden sivillerin derdi geçekten “Hürriyet, Adalet ve Müsavat” mıdır?

Niyetlerini bilemeyiz, ama daha sonra yaptıkları hiç de öyle olmadığını gösterir: 1912 Sopalı Seçimleri, milleti harbe sürüklemeleri ve Ermeni Soykırımı sayısız suçlarının en belli başlılarıdır.

İttihatçılar Sopalı Seçim’den sonra ülkeyi kesintisiz “OLAĞANÜSTÜ HAL” ile yönetmiştir. Gerekçe: Osmanlı toprakları iç ve dış düşmanların tehdidi altındadır! İlk anayasalı hayatımızdan bu yana bu ülkede olağan hal istisna ve olağanüstü hal olağandır! Bu İttihatçı gelenek “devlette süreklilik” prensibinin en belirgin özelliği olarak gösterilebilir.

Olağanlaşmış olağanüstü haller, yani yüz yıllık geçmişimiz,  iktidarların şaşılacak ölçüde benzer uygulama kalıpları içinde yaşanmıştır.  Meselâ İttihatçılar, Sopalı Seçim ile iktidara iyice yerleştikten  dört ay kadar sonra, 7 (20) Haziran günü Meclisi Mebusan’a bir yasa tasarısı değişikliği indirirler (www.tbmm.gov.tr/tutanaklar). Tasarı “İçtima (toplantı) Kanunu’nun dokuzuncu maddesini tadili (değiştirilmesi)” hakkındadır. Sadeleştirilmiş ve özetlenmiş hali ile şöyle başlar ve biter:

Açık yerlerde olacak toplantıları, memleketin huzur ve sükûnunu korumak amacıyla Hükümet yasaklayabilir… Bu yasanın uygulamasında İçişleri Bakanlığı yetkilidir.”

Ne denli köklü bir “devlet geleneği”miz olduğu açık değil mi? Yüz yıldır içinde yaşanılan “Özgürlük, Adalet, Eşitlik” ve “Demokrasi” ortamında, muktedirler bıkmadan, hep “toplantı ve gösteri”yi kısıtlamak için uğraşırlar! “Şu toplum olmasa memleketi ne güzel idare ederdim” anlayışıdır bu.

Yasa değişikliğinde, kolluk kuvvetlerinin “izinsiz” toplananlara karşı, uyarı yapmaksızın  silah kullanması vardır. Bu öneri tartışılırken, muhalif mebuslardan, Artin Boşgezenyan (Halep) ve Karabet Paşayan Efendi (Sivas) gibi karşı çıkanlar olur. Ama bir muhalif mebus vardır ki, bugün de tanık olduğumuz olayların bir benzerini buluruz  konuşmasında. Kayseri mebusu (milletvekili) Ali Galip Bey’dir söz alıp konuşan. Özetleyerek ve sadeleştirerek tutanaktan izleyelim:

“Ali Galip Bey: … (Bu öneriyle) birçok masumların da suçlular arasına karıştırılması sonucu doğuyor. Halbuki yasada en çok dikkate alınacak şey, suçlunun cezalandırılmasından çok suçsuzun kurtarılmasıdır. Bin suçlunun cezalandırılmasındansa bir suçsuzun kurtarılması daha iyidir…

Salondan lâf atılır: (Suçlu ile suçsuzun karıştırılmasına…) bir örnek gösterebilir misiniz?

Ali Galip Bey (Devamla) — Bir örnek mi istiyorsunuz? İşte bendeniz; fakat rica ederim söyletmeyin. (Söyle» ve söyleme sesleri) Arzu ederseniz söyleyeyim. Söylemeyi arzu etmezdim; fakat kısacak söyleyeyim… Bendenizin hiç sebepsiz kapılarım kırıldı, evime girildi. 25 Jandarma süngü takmış, 15 polis ellerinde silahlar, başlarında komiser, kapımın önüne geldiler,.. evimin etrafını kuşattılar. («Ne vakit? sesleri)…

Mehmet Tecfik Efendi .(Kengırı) — Galip Bey! Sen Hükümetin resmen koyduğu yasağa uymadın yasa çiğneyen hallerde bulundun. Hükümete saldırtmak için halkı kışkırttın, memleketi, adetâ bir kan deryasına koymak istedin. Hükümet seni bu halde bıraktığından dolayı kusurludur…

Ali Galip Bey (Devamla) — Eğer ben böyle bir şey yapmış olsaydım Hükümet bendenizi cezalandırırdı. Beni Sıkıyönetim Mahkemesine gönderdiler. Halbuki hiçbir soru sormadılar ve tarafımdan hiçbir suç işlenmediği ortaya çıktı… Benim evime silahlı 40 kişi girdi… Demek istiyorum ki, işte böyle bir hasarın, bir zararın giderilmesi imkansızdır… Bir çok örnek vardır, her tarafta da böyle olmuştur. Bendeniz diyorum ki zararı giderilemez, tazmin edilemez bir hasarın olmaması için bundan etkilenen halk toplanıp, bunu önlemeye çalışmakta haklıdır ve bu gibi toplantılar cezalandırılmamalıdır. “

İşte böyle, çiçeği burnunda Meşrutiyet’te  hükümetin emriyle milletvekilinin evi basılıyor! Ya bugün?

Şimdi, girişte sözü geçen “milli bayram” 1935 yılına kadar kutlanır! Birinin kafasına dank etmiş, “Tek Adam ve Tek Parti” rejiminde “özgürlük, adalet, eşitlik” bayramı kutlamak gülünç olmuyor mu, demiş olmalı ki,  o yıl Mayıs ayında,  bu bayram kaldırılır.

Temmuz ayındaki ikinci önemli olay, 15 Temmuz darbe girişiminin önlenmesidir. Darbeciler başarılı olsalardı, ülke koyu bir dikta karanlığına gömülecekti. Dünyada diktalara, dikta girişimlerine karşı bütün başarılar demokrasi ile taçlandırılır. Biz ise “demokrasi” beklerken evdeki bulgurdan da olduk gibi, bir yıldır “olağanüstü hal” ile yönetiliyoruz. Malûm “iç ve dış düşmanlar” yüzünden!

Bu yıldan başlayarak 15 Temmuz “Demokrasi ve Milli Birlik Bayramı” olarak kutlanıyor, kutlanacak. Eğer “demokrasi” gibi farklılıklarında varlık ve hayat hakkını içeren bir kavramın yanına, “milli birlik” gibi “tek düşünce” etrafında birleşmeyi ifade eden kavram yan yana gelebiliyorsa, o tacın takılması arzu edimiyor demektir.

İttihat Terakki ve tek parti diktatörlüğünün “olağanüstü hal”i  altında 1935’e kadar yirmi altı yıl kutlanan “Hürriyet, Adalet, Müsavat” bayramı gibi, “demokrasi” bayramını da ne zaman biteceği belirsiz  “olağanüstü hal” koşullarında kutluyoruz! Haydi “gülünç” demeyeyim ağlanacak halimize, ama biraz “düşündürücü” olmuyor mu?

Talât Ulusoy- Yüzleşme Atölyesi