OSMANLILIK AKLI BİR ÜNİVERSİTEDİR, ali kemal (Peyam, 1 Ekim 1919)

Terbiyemizde yalnız edebiyatımıza değil, tarihe, kısacası tarihimize de büyük önem veririz. Çünkü Osmanlı’nın geçmişini ciddi olarak bilmemek, incelememek, araştırmamak yüzündendir ki özellikle Meşrutiyet’in başından beri belâdan belâya uğradık, bu hallere düştük, memleketçe, saltanatça, devletçe küçüldük, asırlarca emeklerle kazandıklarını biz … içinde kaybediyorduk.

Ah benim cahil hallerim!..

Yazgısını İttihat ve Terakki ileri gelenleri gibi yaman ellere teslim edenlerin sonu başka türlü olamazdı. … … “Morgentau”nun nitelendirdiği  tayfadan cahil biri olunca bir devlet gemisi elbette bir kıyıya, bir kayaya böyle baştan kara vuracaktı. Kendi düşen ağlamaz.

… (Anlamayana anlatmak),.. ne derseniz deyiniz, bu anlayışı kıt, zihnen hasta heriflerin bir türlü akıl erdiremedikleri Osmanlılık idi. Çünkü Osmanlı tarihini hiç okumamışlardı. Okusalar da anlayamazlardı. Anlayamadıkları için bir Türklüktür tutturmuşlardı, illâ, Türk Asya’nın büyük bir kavmidir, çok büyük bir milletidir. Buböyle bilinir, daha çok bildirilsin, o da alâ. Fakat nasıl oluyor da on üçüncü yüzyılın sonunda, on dördüncünün başlangıcında bir avuç Türk, topu topu bir ve nihayet birkaç kabile Asya’nın ortasından doğru geliyorlar, Anadolu’nun saf bir köşesinde şehirlerini kuruyorlar, hemen kurar kurmaz birleşiyorlar, büyüyorlar, dört yana yayılıyorlar. Yüz elli, iki yüz sene içinde:

Biz öyle çalışkan ve güçlü kişileriz ki

Bir küçük aşiretten dünyaya egemen bir devlet çıkardık[1]

Diyebiliyorlar. Hem de öyle bir devlet ki altı yüzyıldır şöyle böyle ezici bir kuvvetle, günahsız-haramsız yaşadı. Dünyada pek az devletlere nasip olmuş bitmeyecekmiş gibi görünen bir ömre sahip oldu, düşünceye sığmaz fırtınalara göğüs gerdi.

Şimdi bütün ince ve derin sorunlarıyla tarihimizin o bölümünü, o yanını göz önüne getirerek bilimle, adaletle ve siyasetle düşünmeliyiz: Türk’ten bir kabile , Türklükten bir ufacık parça bu harikayı nasıl var etti? Bu bolluğun, bu gidişin başka bir kaynağı yok mu? Var. Evet var, o da Osmanlılıktır. Osmanlılık fikridir. Osman Han’a itaat ederek bu saltanatı  kuran Türkler bir içgüdü ile kavradılar ki o çevre ve olanaksızlıklara göre yalnız Türk ve Türklük bu büyük işi başaramaz. Osmanlılık gibi geniş bir düşüncenin yardımındansa yoksulluğu seçtiler ve muratlarına da erdiler…

Devlet Osmanlı Devleti, saltanat Osmanlı saltanatı, memleket Osmanlı memleketi oldu. Bir Rum, bir Arnavut, bir Boşnak, bir Çerkes, bir Ermeni Müslüman oluverince Osmanlı idi, üstün yanına, hünerine göre derhal Osmanlı toplumunda en yüksek düzeylere çıkardı. Müslüman olmasa bile ikinci derecede olsun bir yer, bir hayat hakkı vardı, reayadan[2] olurdu. Canca ve malca emniyet içinde yaşardı.

Reaya emin ve rahatta, halk devlet gözetiminde

Mutlu sahipler merhametli, dünya tümüyleaydınlık [3]

Osmanlılıkta reayanın güven ve rahatı egemen bir düşünceydi, bir siyasetti.

İşte bu Osmanlılık fikridir ki ilk atalarımıza kılıçlarından daha çok yar, yardımcı oldu, Osmanlı toplumunu meydana getirdi. Getirdikten sonra yüzyıllarca yaşattı. Yalnız kuvvet bakımından, ezici güç bakımından değil, anlayış bakımından, süreklilik bakımından yaşattı, siyasette, edebiyatta, sanayide, bütün maliyede millet olmamıza az çok hizmet edenlerin yüzde kaçı Türk, kaçı halis, muhlis Osmanlı’dır? Köse Mihallerden, Evrenoslardan Sokollulara, belki hatta Köprülülere varıncaya kadar varlıklarıyla öğündüğümüz devlet adamları Osmanlılık fikrinin o parlak sonuçları değil miydiler? Siyasette böyle, fakat diğer mesleki becerilerde daha da böyledir. Hatta bu Osmanlı toplumuna din değiştirme yoluyla girmeyen, dinlerini koruyan reaya bile ekonomik bakımdan, bilim bakımından hizmette kusur etmiyorlardı.

Geçen yüzyılın ortalarına doğru Tanzimatı Hayriye’den, yani Osmanlı Devleti modernleşmeye başladıktan sonra bu Osmanlılık fikri daha çok değer buldu. Reaya din anlaşmazlıklarına rağmen daha Osmanlı oldu, Osmanlı toplumunda daha çok haklar, daha yüksek düzeyler kazandı.

Evet, bir hakikattir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, bu yüzyıl başlarında millet fikirleri pek çok dalgalanınca, her millet bağımsızlığını, bağımsız gelişimini arayınca, işte bence Osmanlılık kökünden sarsıldı. Zaten bir iki yüzyıldır sönmeye yüz tutmuştu, bir düzeni yoktu. Öyle olmakla beraber doğru ve güzel davranılsaydı, yine canlanırdı. Tam bir kuvvete, yaradılıştan bir kabiliyete sahipti. Osmanlı toplumu yüzyılların kesintisiz emeği ile vücuda gelmiş, öyle kolay kolay devrilmez bir dayanağa yaslanmıştı.

Beş altı yüzyıldan beri birlikte bir toprakta Osmanlı adı altında yaşamış, biri diğerinin ayrılamaz parçası olmuş, özellikle kısmen milliyet anlaşmazlığına rağmen bir yerde çoğunluk ve azınlık itibarıyla birbirinden ayrılmaları olanaksız görünen milletler bu toplumu yaşatmaya birlikte  çalışabilirlerdi. Fakat böyle bir başarıya erişmek için yönetimin başında son derece değerli hükümet adamları, dâhiler isterdi, onlar da yoktu.

Osmanlılık fikrinin kudretine nasıl hayran olmamalı ki bugün bu hale geldikten, hâlâ senelerden beri Türklük namına akla sığmaz zırzopluklara kalkıştıktan sonra kurtulmak için yine o fikre ihtiyaç duymak zorundayız. Keskin bir Türk milliyetiyle, elbette Türklük endişesiyle olursa bu hayırlı işi büsbütün yıkarız.

Şu bilinen Osmanlı memleketlerinde Türk, Kürt, Ermeni, Rum ve diğerleri çaresiz birlikte yaşayacaksak yine Osmanlı toplumunu içtenlikle ayağa kaldırmaktan başka yol bulamayız. Hepimiz Osmanlı genel adı altında eşit haklara sahip oluruz. El birliğiyle bu toprağa, bu devlete hizmet ederiz. Yoksa bu fikri örnek almaz ve canlandıramaz da koyu bir Türklük düşüncesiyle, ihtirasıyla kalkar, oturursak kaçınılmaz olarak öbür milletleri de öyle şiddetli milliyetperverliğe sevk ederiz, o toplumu bozarız, fakat memleketimize, milletimize hizmet etmiş olmayız. Bu düşünce yalnız Türkler için değil, bu toprağın başka milletlerden evladı için de geçerlidir, zararda  kârda hepimiz ortağız.

[1] Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim

 Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten (Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi’nden)

[2] Reaya: Tanzimattan önce Osmanlı Devleti’nin Müslüman olmayan uyrukları. Sığır-koyun sürüsü anlamına da gelir.

[3] Reaya emin ve rahatta, ahali az u devlette

Hazz erbabı re’fette, cihan yekpare nurdan

 

SİYASETE AGÂH (Bilgili) OLMAYINCA…

(Peyam, 7 Ekim 1919, s.1)

Bu devlet isterse en büyük bir kuvvete dayansın, siyaseti bilmeyince gelecekte bir gün bir fırtınaya tutulur, perişan olur. Artık düşününüz, kuvvetsiz devletler siyasetsizlikle ne hale gelirler, ne derekelere düşerler?

Siyaset bir ilimdir, tarih, coğrafya, sosyoloji ve saire gibi bir çok ilimden beslenerek oluşmuş ve kitaplaşmış bir ilimdir. Öbürleri gibi okutulur ve öğretilir. Lâkin kısmen yeni bir ilim olduğu için dayanağını okullarda, … bir surette okutur. Bu ilme bilmek, öğrenmek için birinci şart düşünce hürriyetidir. Düşünce bakımından … esir, özellikle kuvvetin yaratılış olarak … tutkunu olmamaktır. Bu koşullar çerçevesinde … siyaset ne öğrenilir ne öğretilir. .. “Morgentau’nun hatıralarında eski Alman … “Vangesthaym” için yazdıklarını dikkatle okursak görürsünüz ki Alman siyasetinin önde gelenlerinde … bir çok ilimleri bilen, büyük bir  …  olağanüstü sağlam, özetle büyük ahlâk vardı. Lâkin anlattığımız ortamda  siyaset elbette yoktu. Bu Dünya Savaşı belasını öyle patavatsız, öyle yanlış bir surette açıklamak da o önde gelenlerin bu noksanlarından, bu gösterişlerinden meyve verdi.

Fransa başvekili geçen gün barış anlaşması münasebetiyle verdiği parlak söylevinde mebuslara diyordu ki: “Yalnız Alber Sorel’i[1], şüphe yok biliyorsunuz, hepiniz tekrar tekrar okudunuz…”

Başlı başına bu söz büyük bir öneme sahiptir. Çünkü “Sorel” son yüzyılda siyaset ilmini en mükemmel derleyip toplamış bir büyük alim, en etkili bir tarzda okutmuş bir üstattır. Almanya’nın hükümet ileri gelenleri, özellikle başbakan “Bethmann-Hollweg “[2] o büyük yazarı hakkıyla araştırıp incelemiş olsaydılar, korkunç bir siyasi hatadan sakınmış, memleketlerini de daha korkunç bir felaketten korumuş olurlardı. O hata neydi, hatırlarda mıdır? İngiltere’nin Mavi Kitabı’nda yayınlanmıştı. Londra hükümeti  Almanya ile ilişkiyi kestiği ettiği zaman İngiliz büyükelçisi ile Almanya başbakanı arasında o son görüşme esnasında bir tartışma olmuştu. “Bethmann-Hollweg” İngiltere’nin Almanya’ya savaş  ilan etmesine son derece kızmıştı, ateşler püskürüyordu,” Bethmann-Hollweg” İngiliz büyükelçisine hiç sakınmadan: “Ah, siz bizi arkamızdan hançerlediniz, öyle mi?” demeye kadar varıyordu. Çünkü İngilizlerin bu savaşa karışabileceklerini hiç hesaba katmamıştı. Niçin?

Gerçi bugün birçok belgelerle, özellikle Fransız başbakanının sonraları meclisteki o açık, o delillendirilmiş açıklamasıyla kesinleşti ki, İngiltere ile Fransa’nın aralarında bir anlaşma, bir fikir alışverişi vardı ama, bir birleşme, bir antlaşma yoktu. Son dakikaya kadar  “Londra” hükümetinin savaşa katılması zor görünüyordu. Avusturya ile Rusya, Rusya ile Almanya … ilân ettiler, Fransa bile işe karıştı. İngiltere hâlâ kımıldamıyordu. … bir vesatet için uğraşıyordu … bir konferans toplamaya çalışıyordu.

Gün, bir an içinde değişiyordu. O da Dünya Savaşı’na karıştı. Acaba neden böyle oldu? İşte “Clemenceau”nun dediği gibi “Sorel”i okuyanlardır ki o sırrı keşfederler. Ne Alman başbakanı, ne de siyaset arkadaşları o özgür düşünen topluluktan değillerdi ve olmadıkları için İngiltere’yi zor zoruna o belaya girmeye mecbur ettiler.

“Sorel” bu davayı o kalıcı eserinde pek hakimane çözümlemiştir: Belçika, bütün ……(Yazının en az yirmi satırı sansürlü!!!)

Sonuç olarak Alman başbakanı siyasetin bu özünü, tarihin bu inceliklerini bilseydi 1 Ağustos 1914’den 4 Ağustos 1914 tarihine kadar ne oldu da Londra hükümeti birden bire değişiverdi,  İtilaf’a iltihak ediverdi, anlardı. Çünkü o iki üç gün içinde İngilizlerce olağanüstü bir olay olmuştu. Almanya Belçika’yı birden bire ele geçirivermişti, Fransa’nın üzerine o yoldan yürüyüverdi. Böyle yapmayaydı da Belçika’nın tarafsızlığına, bağımsızlığına, toprağına dikkatle saygı göstermiş olsaydı, yüzde yüz o büyüklerin büyüğünün savaşa karışmamasını sağlamış olurdu. Bu hakikatleri anlamak ve teslim etmek için ilk önce siyasetin bir ilim olduğuna inanmalı, sonra da o ilmi büyük bir merak ile incelemeli ve araştırmalıdır.

Almanya böyle. Ya biz, biz çaresizler ki bir kerecik olsun siyasete ilim gözüyle bakmak şöyle dursun, bir parça önem verdik mi? Öenem verdiğimiz (şey) kuvvettir, ama kuvvetimiz tükenmişmiş, hükmü yok. Yine “Sorel” der ki: Türkler bir devlet değil, bir ordu teşkil etmişlerdir ki o da ancak fetihler yapınca işe yarar. Barış ve huzur gelir gelmez, dağılmaya yüz tutar… Türkler yalnız kılıçla , kuvvetle hüküm sürmeyi, hükmetmeyi bilirler…

Biz umuverdik ki Meşrutiyet’e erince bu eski meslekten ayrılacaktık, yeni bir yönetim biçimine, siyasete erişecektik. Heyhat, dışarıda ve içeride öncekinden daha çok o çıkmaz yolu tuttuk. Kuvvet kuvvet diye sağa ve sola başımızı vurduk, durduk…

Bela bela diyerek baştan başa gezer dururum…[3]

Sonuçta bu perişan hale düştük. Acaba zerrece akıllandık mı, acaba artık bir işe yaramayan, bizi dertten derde, felaketten felakete sokan kuvvet kanununu bir tarafa bırakarak siyaset kurallarına inandık mı? Ne gezer… Bu yok oluş içinde yine dört el ile sarıldığımız işte kılıç, tüfek, toptur. Bu derece acı, elim tecrübelerden sonra hâlâ onlarda bir hayır, bir kurtuluş umar, siyaset para etmez der , bu devletin önemli işlerini  siyaset yoluyla çözmek davasına kalkışanları ise o kadar beğenmez, öyle aşağılarız ki bazen vatan haini düzeyine bile düşürürüz.

[1] Albert Sorel 1842-1906, Fransız tarihçi.

[2] Eski Alman siyasetçi ve başvekili (29 Kasım 1856 – 1 Ocak 1921)

[3] Bela bela diyerek serbeser gezer dururum

… gele göz yaşı … ergavan olalı

SUYU GETİRENLER, TESTİYİ KIRANLAR

Ali KEMAL (Peyam, 18 Eylül 1919, s.1)

Hakikati söyleyenler, saklayanlar, hak yiyenler, ayak altına alanlar bu çevrelerde senelerden beri vardır. Bir değerde, bir itibardadır, meğerki berikiler öbürlerinden daha çok beğenilmesin. Hürriyet’in[1] başında öyle değil miydi? Biz ne dedik? Aman o kırmak dökmek, harp ve darp davalarının zamanı geçti. Dışarıda Bosna Hersek, hatta Girit vesaire davalarını barış yoluyla sonuca bağlayabiliriz. İçeride hiç yoktan bir milleti hakime[2] patırtısı çıkararak Müslüman’dan Hıristiyan’a, Hıristiyan’dan Müslüman’a karşılıklı nefreti arttırmak siyasetsizliği bu Meşrutiyet devrine hiç yakışmaz…

Bu sözlerimize kulak asanlar çok olmadı. Bu ilkelere taban tabana zıt hareket edenler, adlarıyla sanlarıyla zorbalar ise, çoğunlukla takdir olundular. Fakat sonucu neye vardı? Hepimiz biliriz. Yine hepimiz biliriz ki böyle olmakla beraber o yeni çaylaklar  genelin takdirini kazandılar. Hükümet ve hakimiyete layık görüldüler. Başta Kamil Paşa olduğu halde biz karşı çıkanlar yasaklardan yasaklara uğradık, sürgünleri boyladık.

Daha sonraları yine biz ne iddialarda bulunduk: Bu devlet vaktiyle kuvvetine inanırmış, fakat şimdi siyasete dayanmak zorundadır, çünkü son asırlardan beri kuvvetimiz karşımızdakilerin gücüne oranla hiçtir, bu hiçlikle beraber onlarla daima çarpıştık durduk. Çarpıştıkça da dünyalar kadar zararlara uğradık, iki yüz yıldan beri geçmiş savaşlarımızın toplamı hesaba sığmaz zararlar oldu. Bu yanlışlar devrinden ders alarak küçük ve büyük hangi devletle olursa olsun anlaşmazlıklarımızı barış ve doğrulukla sonuçlandırmaya çalışmalıyız…

Halbuki o zorbalar ilk önce bu kavgaları hiç yoktan çıkarmış, çıkarınca da … için elden geleni yaptılar. Trablusgarp derdine neden oldular, İtalya’nın ekmeğine yağ sürdüler, Balkan ittifakını vücuda getirdiler, Rumeli’de ocağımıza incir diktiler, mamafih Babıali’yi basarak Kamil Paşa hükümetini öyle alkanlar içinde devirenler, devirdikten sonra da güya bu harap ve berbat eyledikleri memlekete hayat vermiş gibi yönetime yapışıp kahredercesine, müstebitçe böbürlenenler hep onlardı.

Yine bize hep çaresiz bize hep o muhalefet çukurlarından, sürgünlerden, gurbetlerden, hapishanelerden halimizin, hakikatimizin bu çevre tarafından bu mertebe takdir edilmemesinden ümitsizliğe düşmeyerek şöyle bağırıyorduk, çağırıyorduk, yazıyor ve çiziyorduk: Osmanlı’nın bütünü yalnız Türklerden değil, Müslüman ve Hıristiyan birçok diğer milletlerden oluşur, bu milletler ise Türkler kadar toplumsal birliğimize her bakımdan hizmetleri ve yine bu toprağın üstünde hakları vardır. Türk oğlu Türk olduğumuz halde bu hakkı teslim etmez, çünkü böyle yapmamak zaten bir zamandır bir çok hatalarımızla itibarları zedelenen o kitleyi büsbütün inciterek, bir yandan Arnavut,  Arap, Kürt’e, bir yanda Rum, Ermeni vesaire Osmanlı milletini ayrılmaya ve bağımsız olmaya sevk etmektir. Halbuki hakikatten yana ve siyasetle hareket edebilir, özgürlükçü bir hükümet bu tehlikenin önünü alabilir, hatta sadakatlerinden şüphe etse bile o milliyetlere karşı şiddetten ziyade dostluk ve insanlıkla davranmak mecburiyetinde olduğunu anlayabilir…

Fakat o mübarekler, akıllı karar almaktan, siyaset anlayışından ezelden beri nasipleri olmayan başıbozuklar ilk fırsatta anlamsız nedenler ile  Arnavut’u vurdular, Arap’ı astılar, Kürt’ü kestiler, Hıristiyan unsurlara da aynı muameleyi reva görerek Osmanlılığı allak bullak ettiler. İşte ne Arnavutluk kaldı, ne Arabistan’dan eser var. Kürdistan da perişan oldu. Kolları kanatları böyle dökülünce, kırılınca zavallı Türk ortada dehşet içinde, mahzun kalıyordu. Mamafih, o şarlatan baykuşlar yine bu viranenin ortasında bülbül gibi öttüler, biz her zamanki gibi unutulduk, az kaldı asılacaktık…

Ne zaman ki Dünya Savaşı patladı, kendimizi tutamadık, canımızı tehlikeye koyarak demedik mi ki: Sakının, Almanya’dan yana savaşa girmekten sakının! İngiltere ve Fransa’nın peşinden ayrılmamalıyız, fırsat bu fırsattır merkezi (mihver) devletler babalarımızın oğulları değil be! Onlarla bir bağımız, bağlantımız, alâkamız yok be, öyle olsa bile bu ilkeyi ortaya koyan en büyük Prusya kralıdır. Devletin küçük bir çıkarı için onları gülerekten ayakaltına almayan hükümet adamı öküz demektir. Tarafsızlığı, hatta İtilaf’a eğilimli tarafsızlığı korumaktan, o da olamazsa talihimizi İtilâf Devletleri’ne bağlamaktan biz hiçbir zarar görmeyiz. Pek çok yararlar görebiliriz, lâkin Allah korusun merkezi devletlere katılacak olursak zafer değil hezimeti (gördüğümüz), hep maddi ve manevi mahvolduğumuz gündür. Bu açıkça görüleni anlamak için öyle uzun uzadıya kafa yormak istemez, tarihimize, Avrupa tarihine, haritaya –çünkü coğrafya da siyaset demektir- bir göz gezdirmek yeterlidir.

Lâkin Ocak[3], o anlı şanlı Ocak bu dediklerimizin tamamıyla aksini düşündü ve düşündüğünü de hoyratlığa varır bir azim ile yaptı, Almanya’ya ilk hamlede candan, ciğerden bağlandı. İtilaf’ı ne derece kızdırmak, kudurtmak mümkün ise kızdırdı ve kudurttu. Sonuçta söylediklerimiz aynıyla gerçekleşti, devletimiz, saltanatımız kökünden sarsıldı. Milletimiz ezildi, onurumuz çiğnendi. Geçmişte Kemal hakikati ortaya koymuş:

Tepelettin bizi, yâ Rab, bu Karadağlılar’a!

Diye diye şikayet etmişlerdi. Bu sefer yalnız Karadağlılara değil, daha kimlere ve nelere tepelettirildik; bir biz biliriz, bir de Allah bilir.

Gerçek durum böyle iken bu tuhaf çevre yine onlara eğilim göstermeye, bize dalgın öküz gibi yan yan bakmaya kalkışırsa ne dersiniz, artık kızmaz mısınız? Haksızlığın ve hakikatsizliğin bu mertebesine lanetler okumaz mısınız, hatta … surette kör, fakat sirette pek açık göz bir şairle amali ban olarak:

İtibar eylerse nadana felek, mazur tut

Rahmi cıvıktır sailin ferzendden nabinasına[4]

Fakat bu haydutlar, bu zorbalar nadandan da aşağıdır. Yalnız cahil olsaydı affolunurdu, ya o akıl almaz cinayetlere nasıl göz yumulur?

Şimdi biz diyoruz ki faydası çok olan büyük barışın mukadderatımız tekrar etmek üzere iken böyle ahmakçasına Anadolu’yu kargaşalıklara boğanlar şu bin yerinden zaten yaralanmış Türklüğe bir tehlikeli darbe daha vuruyorlar. Başka hiçbir iş göremezler. Çünkü… Bir kere daha tekrara hacet görmeyiz, bakanlıkta iken söyledik, matbuata geçince yazdık, bu sıralarda böyle boşu boşunacasına, baldırı çıplakçasına bir hareket kendimizi zorla ateşe atmaktır. Kader bir kaderine karşı kahir bir kuvvetle meydan okumak en kafasız mahalle çocuklarına mahsustur.

Gerçi bu sefer millet de, milletin doğru düşünenleri de onlara karşıdır, fakat bu muhitte görenin, menfaat ve sair hırsıyla, ihtirasıyla eşrafına, ayanına ve …, o vatan mezarını kazıcıların daha nice nice taraftarları var. Onların nezaretinde böyle senelerden beri o testiyi kıranlar yine muteberdir, dosttur, makbuldür. Biz suyu getirenler ise ayıplıyız, düşmanız. Bu derece adaletsizlik, basiretsizlik altında ezilir, inler, dururken bu toprağın, bu toprakta yaşayanların kurtuluş bulacağına inanırsanız … İşte o kadar! Her şeye muktedirsiniz, demektir.

[1] Meşrutiyet

[2] Egemen millet, Sünni Müslümanlar.

[3] İttihat Terakki

[4] Felek cahile değer verirse, özürü vardır

Doğuştan kör saldırganın rahmi cıvıktır

HÜRRİYET “Hürriyet Getirdim” DEMEKLE GELMEZ

(Bugün “15 Temmuz Demokrasi Bayramı” ve “11 (24) Temmuz Hürriyet Bayramı” vesilesiyle sizlere geçmişten bir yaprağı hikâye etmek istiyorum. Kıymetli vakitlerinizi heder edeceğim için şimdiden “afv”ınıza iltica ederim.)

Efendim, hepinizin bildiği üzre, İzmirli Baha Tevfik’in ((1881-1914) delikanlılığında, Şair Eşref İzmir’e sürgüne (1903) gönderilir. Lâkin Eşref’i rahat bırakmazlar, bir süre sonra Mısır’a kaçmak zorunda kalır.

Meşrutiyet’in yeniden ilânı ile İzmir’e dönen Eşref; Tevfik Nevzat (1864-1905), Hafız İsmail (1874-1930) ve Tokadizade Şekip (1872-1932) ve daha nice güzellerle yakın dostluk kurar. Baha dahil, adı geçenlerin tümü ittihat (her dinden Osmanlıların birliği) ve terakki (ilerleme), yani “hakiki meşrutiyet” yanlısıdır, ama İttihat ve Terakki mensubu değildirler. Bu da mukadderatlarını tayin eder.

Tevfik Nevzat Adana zindanlarında öldürülür, Hafız İsmail, “görülmüştür” damgası gibi kolayca vurulan  “vatan haini” damgasıyla 150’likler listesine alınır ve 1924’te ülke dışına sürülür. Şekip ise 1908’de İttihat Terakki adayı olarak mebus seçilir, fakat 31 Mart 1909’da başlayan “gerici darbe” ile İttihatçıların içyüzünü anlar, mebusluktan istifa eder ve İzmir’e döner. Ankara’ya, “tek parti diktası”na hiç yanaşmaz, 1930’da Serbest Fırka’yı destekler, sonrası bilinen hikâye.

Baha Tevfik araştırıcı, sivri ve tatlı (!) dillidir. İlk gençliğinden başlayarak yazdıklarıyla (Marks, Nietche, feminizm vd…) çevresini aydınlatmaya koyulur. Eşref gibi şiirlerle olmasa da lafı gediğine oturtması, eleştirel dili ondan etkilenmiş olmalı. İttihatçılara şiddetle karşıdır, onların memleketi dikta ve savaş ateşine attığını görmeden maalesef genç yaşta vefat eder.

Eşref İzmir’de derin izler bırakır. “Şair-i Şehir” diye anılır. İzmir’in simgesi Saat Kulesi’nin yapılışına tanıktır, tanıklıktan ötedir Saat Kulesi’nin ondaki hatırası.

Malûm Saat Kulesi Abdülhamit’in tahta çıkışının yirmi beşinci yıldönümü anısına, “Kızıl Sultan”a İzmirlilerin hediyesidir(!). Hediyesidir, çünkü kule yapımı ancak İzmirlilerden toplanan paralarla tamamlanabilir. Matbaacı Matyos Efendi, halı tüccarı Ispartalıyan İstefan Efendi, Arabyan Karabet Efendi, Simon Simonaki Efendi, Evliyazade Şamlı Sait Efendi, Eczacıbaşı Süleymen Ferit paralar verir. İnanılır gibi değildir ama, Adana zindanında can veren Tevfik Nevzat bile para verir! Şair Eşref de, sürgündaşı Tevfik Nevzat gibi mütevazı bir katkı koyar. Kuledeki saatleri Almanlar, hem Abdülhamit ile, hem de İttihatçı Osmanlı subaylarıyla dostluğun bir nişanesi olarak verir.

Ortada bir gariplik yoktur. “Hakikât”in silindiği hafızalara yerleştirilen “gerçek”in bir oyunudur bu. Dünyayı “tek adam” zaferleri üstünden anlamaya koşullandırılmış insan, kötülükleri de “tek adam” üstünden anlar ve yorumlar. Yani anlayamaz!  Anlayamaz ve umudunu yeni ve iyi bir “tek adam”ın gelmesine bağlar…

Eşref’in kavgası sadece “Tek Adam” ile değil; sağındaki ayan-eşraf ve memur-zabit tayfasıyla ve “sol”undaki yalakalarıyladır. Onların haksızlıkları, yolsuzlukları, zulümleridir yerden yere vurduğu. Sultan ile uğraştığı kadar, ”Sultan’dan çok sultancı” olanlarla da uğraşır. Hatta onlarla yeterince uğraşmadığına dair gelen: “Hükümetten çok Harbiye Nezareti beddua edilmeye lâyık olduğu halde orayı boş bırakmanız insafa sığmaz[1]  eleştirisi üzerine şu dörtlükleri döktürür:

Ettiler ettikçe alçaklar alçaklıkta sebat

Orgenerallerin kolundan sırmayı yolmalı ;

Bir generalin ötekilerden farkı nedir ki!

Yüzbaşı yüz, binbaşı bin parça olsun, olmalı!..[2]

Ve bir de şu dörtlük gelir ardından:

Bir büyük alçak yükselirse en üst rütbeye kadar

İnsanın rütbesi arttıkça utanması azalır!

Böyle yükselmede namus dereceleri bitince

Var kıyas eyle gör yükselmiş paşalarda ne kalır?[3]

Bu dörtlükler bugün söylense ya müebbettir “hak” ettiği, ya da defterini dürerler.

Bu sözleri eden Eşref, Meşrutiyet yeniden ilân edilince ve on ay sonra 31 Mart 1909’da Selânik’in İttihatçı askerleri İstanbul’a yürüyüp Abdülhamit’i devirince, “hürriyet geldi” rehavetine kapılmaz. “31 Mart”ın gerici ayaklanma değil, “çakma darbe” olduğunu, İttihatçıları iktidarın “tek” sahibi kılmak için yapıldığını anlar, çünkü “Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli” olmuştur.

10 Ocak 1909 tarihli “Edep Yahu”da Eşref’in şu dörtlüğü görülür:

Geçmiş zamanda biz pek çok örneğini gördük

Eden elbette bulur ettiğini çok geçmez,

Despot, hakkın kılıcından kelleyi kurtaramaz

Çünkü devlet affetse onu, millet affetmez.[4]

Haftalık yayınlanan “Edep Ya Hu”da, dört sayfanın tamamına yakınını Eşref’in yergi, taşlama ve fıkralarıyla doludur. 8 Teşrinisani 1324 (21 Ekim 1908) tarihli nüshasından öğreniyoruz ki, gazetenin birinci sayfasında abonelerden, baskı sayısı yetmediği için özür dileniyor ve sekiz bin basmaya başlayacakları duyuruluyor. O tarihte İzmir sancağında İslâm millet nüfusu seksen bin dolayında. On kişiden biri gazete alıyor, o zamanın anlayışıyla erkek nüfus üzerinden hesap ile bugünün “havuzcu gazete”lerinin cümlesini cebinden çıkaran bir “Edep Yahu” satışı var. O sebepledir ki bütün İttihatçılar “taşlama, karikatür, yergi ve kinaye”den öcü görmüş gibi korkar.

O sıralarda Baha İzmir’dedir, henüz İstanbul’a taşınmamış, üstelik, henüz yirmi dört yaşındaki bu genç, “İzmir” gazetesinde yazmaya başlamıştır. “Edep Ya Hu” da aynı matbaada basılır. Eşref, Baha’nın babası yaşındadır, ancak şair çocukla çocuk, gençle genç olmayı bildiğinden, Büyük Vezir Han’daki bu matbaada Baha, Eşref ustaya yakın olma, bu “efsane”yi tanıma şansını bulur. Büyük Vezir Han, İslâm ve Hıristiyan mahallesini ayıran Osmanlı caddesinin kuzeyinde, Frenk sokağının başında yer alır. Aya Fotini kilisesi handan iki-üç ada ileridedir. Matbaanın yeri, İzmir’de “Osmanlı” üst kimliğini paylaşarak ortak yaşamaya yönelişe delillerdendir. Genç Baha çok geçmez “11 Temmuz” adıyla gazete çıkarmaya başlar. Osmanlı İslâmlarının tarihinde ilk kez, gazete kadınları sütunlarında yazmaya özendirir, yazarlar ve yayınlanır. Lâkin, bu “ileri ortak yaşam”a karşı olan muktedirler boş durmazlar.

Bir gün İzmir’de Eşref’in evini polisler basar. Eşref’ten dinleyelim:

1320 (1904) senesi Ramazan ayının ikinci günü saat on bir buçuk’ta (güneşin batışı ve en tepeye varışı 12) İzmir’de fakirhanemde oturmakta iken tanımadığım üç kişi ile o vakit İzmir polis müdürü bulunan Abdurrahman çıkageldi. Birinci işleri defterlerimizi toplamak olduğunu anlayınca bunların ne mal olduğunu bilmekte gecikmedim. Fakat hiçbir şeyden şüphem olmadığı için gayet yumuşaklıkla “Buyrunuz!.. Arayınız!..” dedim… On gün İzmir polis dairesinde kimseyle görüştürülmeden tutuklu kaldım. On gün sonra … İstanbul’a götürülmek üzere “Pandeliona” vapuruna bindirdiler. Vapurda arkadaşlardan Hafız İsmail ile Nevzat’ı görünce hayrette kaldım…[5] der ve şu dörtlüğü döktürür:

Yasa emrinin doğasının gereği böyledir.

Düşmek için yıldırım ekseri yüksek kubbe arar…

Çok mu korkak olanın felaketten kurtulması;

Herkese gelmez kötülük, hak edeni arar…[6]

İzmir ileri gelenleri içinde, bir zamanlar Eşref ve arkadaşları arasında görünüp çark eden, çark etmeyip “tam gaz ileri” Saray’a koşanlar da vardır. Aşağıdaki satırlar onlardan birinedir:

Tilkilik’te yavrunun boşuna koptu kuyruğu,

Böylece sadık idi Ankara’ya sürgün gitmeden.

Sen Hüseyin Bey’de olan kurnazlığı seyreyle ki

Affedildi hiçbir suç işlemeden[7]

 

Yalnız Hüseyin Bey değildir “fırıldak” olan, İzmir’in havasına uyup “birlik ve ilerleme”den yana görünen. Onların topuna seslenir Eşref:

Çektiğim dert ve cefanın  sebebini sorma

Deme ki bedava hikâye anlatan budur:

Hapis ile, sürgün ile işkence ile ömrü geçer

İşte Türkiye’de şair olanın hali budur.[8]

Yazar olanın da hali budur. “Medrese muallimi” akademik olanın da hali budur. “Sulh ve salâh[9] diyenin de hali odur, öyledir. Hatta:

Reislik siyaset kılıcıyla yürütülür

Haddini bilmeyenin ömür defteri dürülür;

Bundan âlâ mı olur resmi hukukta eşitlik

Şimdi bilenler içinde bilmeyenler aranır olur.[10]

Der ve devam eder gemide başlayan koyu muhabbeti anlatmaya Eşref:

Hafız İsmail savaş hikayeleri kitaplarından, Nevzat sosyolojiden sohbetler açıyordu. Mevsim bakımından karlar tipiler içinde dördüncü gün İstanbul’a vardık..”

Eşref’in onlar gibi anlatacak bir şeyi yok, yeri geldi mi döktürecek dörtlükleri var, onlardan biri de şu:

Dert değil ülke gitse de elden sen başımızda ol

Cihangir’i Beşiktaş’la birleştir de muhtar ol;

Belanı bulduğunu görenler  öyle tutsunlar ki burnundan

Yerin yurdun yıkılsın memleketsiz bir hükümdar ol.[11]

Bu “muhtar” muhabbeti bu memlekette pek eskidir ve uzun bir muhabbet için ayrı bir netameli konudur.  Hatta derler ki, muhtarlık sandalyesi “kumpas”a gelirse hiç çekinme,  şeytana koş, Asena’yı bile ünle gelsin yardıma Orta Asya’dan:

Kötülük kaynağı mıdır aklın yoksa

Kasvetli yüreğin şeytana hizmetçi midir?

Müslüman kisvesi altında o kalpaklı nefer

Yıktığın hanelerin üstüne nöbetçi midir?[12]

Kalpaklı nefer bayrakları dalgalanmamaktadır o tarihlerde modern-lâik İttihatçı balkonlarında.

Vapur sefasını uzatmayalım. Varırlar ve izbe bir zindanda ayrı hücrelere atılırlar ve ancak altı ay sonra üç arkadaş birbirini görür.

Eşref’teki hüner ben de olsa ve Eşref’in yerinde olsam veya çalsam Eşref’in dizelerini, uzun aradan sonra bu kavuşmanın hatırına;

Ey vatan ver elini bir sıkayım!

Elimizden gidiyorsun adio[13]

Çeşm-i şefkat[14] ile baktıkça sana

Beni mahzun ediyorsun adio.

Der, ellerini sıkardım… Adio!..

 

[1] Şair Eşref, “Deccal”, 30 (12 Kasım) Ekim 1904.

[2] Age: “Ettiler ettikçe alçaklar denaette sebat,

Kollarından sırmayı her bir müşirin yolmalı;

Bir feriğin böyle tefrikindeki mana nedir?

Yüzbaşı yüz, binbaşı bin parça olsun olmalı!..”

[3] “Bir büyük alçak olur rütbe-i balaya kadar

Adam payesi arttıkça hicabı azalır!

Böyle balada bitince dercât-ı namus

Var kıyas eyle gör vüzerada ne kalır?”

[4] “Biz tevarihte emsalini pek çok gördük

Eden elbette bulur ettiğini çok geçmez,

Müstebid seyfi Hüda’dan serini kurtaramaz

Çünkü affetse hükümet, onu millet etmez.”

[5] Age

[6] “Mukteza-i hükm-ü kanun-u tabiat böyledir.

Düşmek için yıldırım ekser maal-tak arar…

Çok mu namerdin felaketten selamet bulması;

Herkese gelmez bela, erbab-ı istihkak arar…”

[7] Tilkilikte yavrunun bihûde koptu kuyruğu,

Böylece sadık idi Ankara’ya nefye gitmeden.

Sen Hüseyin Bey’de olan kurnazlığı seyreyle kim

Mazhar-ı af oldu ömründe kabahat etmeden

[8] Çektiğim cevr-ü cefanın sebebinden sorma

Deme kim bedava menkibe tellalı budur:

Hapis ile, nefy ile işkence ile ömrü geçer

İşte Türkiye’de şair olanın hali budur.

[9] Barış ve iyilik.

[10] Edilir seyf-i siyasetle riyaset-i icra

Haddini bilmeyenin defter-i ömrü dürülür;

Bundan âlâ mı olur resm-i müsavat-ı hukuk

Şimdi arifler içinde cühela da sorulur.

[11] Ne gam gitse de memalik padişahım sen heman var ol!

Cihangir’i Beşiktaş’la birleştir de muhtar ol;

Felaket didegânın öyle tutsunlar ki burnundan

Yerin yurdun yıkılsın memleketsiz bir hükümdar ol.

[12] Menba-ı zehri denaet mi dimağın yoksa

Mukassi yüreğin şeytana hizmetçi midir?

Müslüman kisvesi altında o kalpaklı nefer

ıktığın hanelerin üstüne nöbetçi midir?

[13] Addio, İtalyanca ve “Smyrneika” (İzmirce) bir kelime: Hoşça kal.

[14] Şefkatli gözler