Yüzleşme Mekanları-1: ESİR HANLARI

Eğitim yoluyla bulaştırılan “özcülük” hastalığının en açık belirtisi “biz” özneli ifadelerdedir:

– Biz esir ticareti yapmadık, yapmayız!
– Siz kimsiniz?
– Biz Müslümanlar, biz Türkler!

Biz asla “öyle şeyler” yapmayız! Konu “öyle şeyler” olunca ikircimsiz bütün “Türk-İslâm” milletine kefil olan kişi, dönün bakın apartmandaki kapı komşusuyla kavgalıdır! “Yaramaz herifin teki” der lâf açıldığında, “her kötülük beklenir ondan!” Hele muhabbet konusu siyaset ise, “öteki” partinin alayı “hırsız”dır! Her “Ermeni …” sözü geçtiğinde “biz öyle şey yapmayız” diye fırlayan aynı kişi değildir sanki!

Bunun kökü, yedi yüz yıllık “millet hakime” kültüründe yatar. Sarayın, köşkün, konağın efendilerinin cümle İslâm milletine de bulaştırmayı farz bildiği “kibir”dir ve “zorunlu milli eğitim” ile şiddetlenen ve süreğenleşen bir haldir. Oysa kibir “günah”tır! “Biz, Türk-İslâm asıllılar, öyle şeyler yapmayız” demek “günah”tır.

İzmir’de, tarihi Kemeraltı’nda “saklanmış” bir han vardır, yüzüne bakan tanımaz. Adını sorarsan “Esir Hanı” der çevre esnafı. İyi ama, bu han niye “Esir Hanı” diye tanınır? Ama “on altı devlet yıkmış” milli ve dini tarihte “kölecilik” yazmaz!

“İnsani” İNSAN TİCARETİ!

“19.Yüzyıl sonlarına doğru “esir” isminin han için kullanılmaması, adından gelen fonksiyonu da yitirdiğinin belirleyicisiydi… Daha önceki yıllardaysa, esir ticaretiyle yapının ün sahibi olduğu, imparatorlukta 1854 yılından sonra bu ticaretin yasaklanmasıyla önemini kayıp ettiği de söylenebilir…” (Prof.Çınat Atay, İzmir Hanları, s.147, İzmir BŞB Kültür Yayını 2003) “

Demek ki, vakti zamanında bu handa “insan ticareti” yapılmış! Tarih 17. Yüzyıl sonları, 18. yüzyıl başları diye kestirildiğine göre, en azından iki yüz yıla yakın irice bir zaman diliminde “esir alınıp satılmış” bu handa. Esir ticareti Tanzimat’tan sonra Sultan Abdülmecit tarafından 1854’te resmen yasaklanmış!!! Eee, olmayan bir şey, yapılmayan bir ticareti padişah niye yasaklasın?

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa suresi) Kölecilik yok değil, “köle”ye iyi davranmak var! “Biz” Amerikalı “beyaz” adamlar gibi “kötü” davranmadık denilse bir dereceye kadar kabul, ama bu yapılmıyor, külliyen yalana sarılmak “milli görev” olmuş. Ya da “biz sadece hizmetçi ve cariye olarak köle kullandık” yalanı…

SARARMIŞ RESİMLERE SOR!

Cariye, hizmetçi bir yana, özellikle Ege ovalarına büyük çaplı pamuk üretimi için çok sayıda Afrikalı “köle” getirilmiştir. Delili mi? Hâlâ İzmir’in Söke, Torbalı, Bayındır ilçelerindeki “siyahi” köyleri… Yörede onlara “Arap” denir, neden ki?

Anlatan bir “siyahi”, bir “köle” kökenli, Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği başkanı Mustafa Olpak: “Bize neden Arap dediklerini de yıllar sonra öğrendim. Hacca deve yoluyla gidildiği dönemde, konu komşuya Hacca gittiğinin kanıtı olsun diye orada siyah çocuklar kaçırılıp getirilirmiş. Onların hepsinin nüfus kağıtlarında doğum yeri Arabistan yazar. Arabistan yarımadasında siyah yoktur ama bu yüzden Arap kalmış siyahların adı. Bafa, Milas, Söke bölgesinde dedeleri böyle getirilmiş binlerce kişi var…” Dernek adındaki Afrikalılar “bizim Afrikalı”lar, eski kölelerin Türkleştirdiğimiz (!) “özgür” çocuk ve torunları! Siyahi Afrikalı köleleri Anadolu’ya getiren Osmanlı’ya, onlardan “beyaz Türk yurttaş” devşiren Cumhuriyet’e ne kadar minnet duysak azdır!!!

İzmir Kent Kitaplığı tarafından yayınlanan “Eski İzmir’den Anılar” kitabında Şehabeddin Ege anlatır:

“Yalan inanç olan zenci alışkanlıklarından bizce tanınmış olan belli başlısı, her ilkbahar mevsimi İzmir’de yaptıkları dana bayramlarıdır… Bolluk bereket, eğer dana bayramı yapılmazsa, inanışlarına göre olmazdı… Bolluk ve bereketi getirecek olan buzağı ise kutsaldı. Dana bayramını ruhani bir kendinden geçme ve coşku içinde yaparlar ve volkan gibi ateş fışkıran iri dudaklı ağızlarına yanmış ateş alanlar, kızgın şişleri göğüs, burun ve avurtlarına sokanlar, yalın kılıç ve hançerleri bedenlerine saplayanlar olurdu…”

Bu “doğru inanç” içine bir türlü girmeyen “İslâmlaştırmadıklarımız”, kıyamet kopsa gelir her Mayıs’ta Eşrefpaşa Bayramyeri’nde toplanırlar bayramlarını coşkuyla kutlarlardı. Semtin adı Ramazan’dan, Kurban’dan değil, taa Afrika’dan Nijerya’dan, Sudan’dan, “dana”dan gelir. Egeli siyahiler “resmen” kullanmalarına izin verilmese de, “Dana Bayramı”nı bugün de coşkuyla kutlar.

GÖLGEDEKİ İTİRAFLAR

Pamuk üretimi, hac delili, saray-konak hizmetkârı ve benzer gerekçelerle çok “köle” getirilmiştir bu topraklara. Bakın, objektifine insanların da takıldığı eski fotoğraflara bakın, siyahi insanlar göreceksiniz. Özellikle İzmir fotoğraflarında… Gördükleriniz ya “azat” edilmiş “işe yaramaz” yaşlı köleler, ya da hâlâ çarşı-pazar işlerine gönderilen “ev-içi” kölelerdir.

Osmanlılar Müslüman yapmak için kimseyi zorlamamıştır! Peki küçük yaşlarda toplanan Hıristiyan çocuklarına ne demeli? Çocuk kaçırmadım; tellâl ünlettim, sekiz yaşından küçük, yirmi yaşından büyük olanları ailelerinden koparmadım ve hatta ailelerin rızasıyla aldım demek, kurtarmaz! Padişah, paşa, bey, ağa hem “köle”si yapmak, hem de “kitaba uysun“ diye Müslüman yapmak için insanlara zor kullandı. Milleti Hakime’nin tepesindekiler bütün Milleti Hakime’yi, yani İslâm-Türk milletini “biz” üzerinden suç ve günahlarına ortak ettiler, ediyorlar.

Hiçbir delil ikna edici gelmiyorsa, Şemseddin Sami’nin 1876 baskısı Kamus-u Türki adlı sözlüğüne başvurun; orada yer alan “esir sosyolojisi” kapsamındaki onlarca kelime gökten mi indi?! Sadece iki örnek: Cariye, Akçe ile satılıp alınan hizmetçi kız. Esasen harpte esirliğe giriftar olmuş (savaşta esir düşmüş) veya sahibi evveli (ilk sahibi) tarafından satılarak muameleyi zevciye (eş olarak) alınmış kız; Celebdan, Vaktiyle sürüyle esir sevk (önüne katıp götürmek) ve esircilere füruhat eden (satan) eşrefi mahlukat tüccariyesi (insan ticareti)…

İslâm’da insanı köleleştirmek şiddetle yasaklanmış! Ya Hu, bir Afrikalı “siyahi”yi, Balkanlar ve Kafkaslar’ın bir Hıristiyan çocuğunu hür olarak yaşadığı topraktan söküp getiren, alıp-satan sen değil misin? Bu nasıl bir “yasak”? Burundan kıl aldırmayan savunmalarla karşılanır böyle sorular:

– “Öyle de olsa, İslâm “kölelik” müessesesini getirmemiş, sadece köleler lehine daha insani ve vicdani yumuşatmalar yapmıştır…”

Bu sözler “itiraf” değil de nedir? Hem “köleler lehine” yumuşatmalar yapacaksın, hem de sende “kölelik” kurumlaşmış olmayacak? Kurumlaşmanın daniskası, en inceltilmiş hali!!!

– Sahip (efendi, bey, paşa) cariyeyi hamile bırakırsa, doğacak çocuk ”özgür” olacak! Üstelik bu cariye-anne artık alınıp satılamayacak!

Gördünüz mü “Milleti Hakime” adaletini? Amerika’da kölenin çocukları da köle olurdu, Osmanlı’nın yaptığı bu “insani” yanlarıyla Amerikan köleciliğinden ayrılırmış!

HEM HADIM EDER ADAMI, HEM VEZİR EDER!

Harem ağası için; saray ve konaklarda harem bölümünü korumak ve türlü hizmetlerini görmekle yükümlü olan “hadım edilmiş siyahi” tanımı yapılır. Hadım etmek, enemek kelimesi Osmanlı dünyası dışından mı Türkçe’ye bulaştı acaba? Kamus-u Türki pek net açıklamış “hadım” kelimesini: Aleti tenasülü kat olunmuş (üreme organı kesilmiş) erkek.
Haremağası deyip geçmeyin! Kolay değil, türlü eğitim ve rütbeleri aşıp yükseliyorlar. En yükseğe erişeni kızlarağası oluyor. Kızlarağası padişah ve sadrazamdan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda en yüksek rütbe. Evet, evet! Cümle beylerbeyinden, cümle paşadan da yüksek! Gördünüz mü Osmanlı’nın farkını, hem adamı “hadım” ediyor, hem de “vezir”! İyi ki Osmanlı’da kölecilik uygulaması kurumlaşmamış , bir de kurumsallaşsaydı (müesseseleşseydi) var ya!..

İzmir’de “Esir Han” gibi unutulmamış, gün boyu dolup taşan pek meşhur bir han var: “Kızlarağası Hanı”. Oysa burası da bir “esir”in hanı. Hanı yaptıran Kızlarağası Beşir Ağa, “azat” edildikten sonra, han yerine bir köşk, bir saray da yaptırabilirdi kendine; “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı, içinde salınan yar olmayınca” diye hayıflanmış, han yaptırmakta karar kılmış olmalı!

Ya Hu, ya Allah’ın garip kulu, gündemin bu kadar yüklü olduğu şu günlerde nereden çıktı bu garip muhabbet, demeyin. Bakın, geldi çattı 2015! “Özcülük” bu 2015’te “tavan” yapacak! Hattâ “Bizim en kötümüz başkasının en iyisinden iyidir” diyebilen bir meclis başkanı özcülük çıtasını en yükseğe taşıdı bile. Bu söz, bir Türk’ün, bir Müslüman’ın yaptığı ve yapacağı her kötülük “yargısız beraat” alır hükmünün ilâmı değil mi?

Her şehrin “esir han”ları vardır. Bunlar görülüp gösterebildiği gün, hiçbir suçlu cezasız kalmaz!

Talât Ulusoy
18.01.2015

Güncelleme-4: KURTULUŞÇU KERAMET ve İHANET

 

Son zamanlarda sıkça kullanılan  “vatan haini” sıfatı, “ifade özgürlüğü” için bir “tehdit” değil mi?  “Şu lâfı etsem hain derler” kuşkusu lâfını yutturur kimi insana. Niye sürülür yine piyasaya bu “hain” ithamı?

Şemseddin Sami’nin “Kamus-u Türki”sinde (1901) “hain-i devlet” ve “hain-i memleket” tamlamaları vardır da; “vatana ihanet” ve “millete ihanet” yoktur! Çok milletli Osmanlı’nın Abdülhamit saltanatında bile “siyasi dil”de yok iken, vatan ve millet üstünden “hain” devşirmek nerede, nasıl ve neden dilde pelesenk olur?

 

Demokratik hayatın dilinde “hain” kelimesi olmamalı.

Belâlı İkizler

Hain”in dillerden düşmemesi ve “millete ihanet eden” anlamında kullanılır olması, Balkan Savaşı ertesi yoğunlaşır ve “Tek Millet” yani İslâm-Türk milleti anlayışına oturur. “Hain”, ikizi “kahraman” ile birlikte siyasette ve edebiyatta kıymete bindirilmiş bir “İttihatçı argo”sudur.

İkizler birbiriyle hiç geçinemez görünür, ama birbirlerine ölesiye muhtaçtırlar. Hain görece bir kavramdır. “Kahraman” olmadan “hain”i tanımlayamazsın. “Kahraman“ hep iktidarda, “hain” muhalefettedir. Siz hiç hem iktidarda olup, hem de “hain” olan birisini gördünüz mü? Kahraman ve kahramanlık “eril” bir kavramdır; oysa “hain” her cinsiyetten olsa da, “ihanet” asla “erkek” olmayan bir eylemdir, ihanet “kahpelik”tir!

Hain”in dillerden düşmemesi ve “millete ihanet eden” anlamında kullanılır olması, İttihat”ın Balkan Savaşı ertesi çokça dillendirmeye başladığı “Tek Millet” anlayışına paraleldir. İttihatçı argosunda diğer anasır (Hıristiyan Osmanlılar) ile birlikte yaşamayı savunanlar, İslâm milletine “ihanet” edenlerdir. Kavramın temeli böyle atıldıktan sonra gelsin her derde deva “hain” sıfatı:  Şiddet ile iktidar süren ve savaş felâketine neden olan İttihat ve Terakki’ciler, yani Enver, Talât ve bütün arkadaşları “kahraman”; ana muhalefet durumundaki Hürriyet ve İtilâf’çılar “hain”dir; “Alman taraftarı” olan İttihatçılar  “kahraman”, bu “ittifak”ı yanlış bulan muhalefet “hain”dir, mutlaka “İngiliz işbirlikçisi”dir;  Çok dilli, çok dinli vatandaşların “özerk yönetim”ler (ademi merkeziyet) istemesi “ihanet”; “tek vatan, tek bayrak, tek millet” demek “kahraman”lıktır; Osmanlı ülkesini savaşa sürükleyenler “kahraman”, “savaşa hayır” diyenler “hain”dir; Ermeni Taktili (topluca öldürme) suçlusu İttihatçılar “masum ve kahraman”, onların cezalandırmalarını isteyenler “hain”dir;  suçluları yargılayıp mahkûm eden mahkemeler “hain”, onları kaçırıp kurtararak “Cumhuriyet kurucusu” yapanlarla birlikte “kahraman”dır… Bu böyle uzar gider; Alemdar, Müsavat, Islahat gibi gazetelerde yazılan her şey “ihanet”; Tanin, Akşam, Yenigün’de yazan her şey “kurtuluşçu keramet” olur biter.

Cumhuriyet eğitimi “kahraman-hain” düalizmi ile kalıplanmış “insan” yetiştirir. İttihatçı Cumhuriyet Zaferi’nin yüzüncü yılına doğru “Sarıkamış” ve “Çanakkale” üzerinden “kahramanlık” hikâyelerinin, bu hikâyelerin geleneksel “Cumhuriyetçi” biçimlerinin “yeni”den sergilenmeye başladığı bu günler, aynı zamanda “yeni hain”lere ihtiyacın da şiddetlendiği günlerdir.

Tarihten Bir Yaprak

Aşağıdaki imzasız başyazı, Ermenilerin topluca sürülmesi ve öldürülmesine “hayır” diyen “hain” Alemdar gazetesinde 13 Şubat 1920 (31 Kanunusani 1336) tarihinde yayınlanmıştır. “Harp Mebusları Mücrimdir” başlıklı, sadece dili “güncelleme” gören yazı, eğer ki İttihatçı “kalıp”tan, “kahraman-hain” kapanından kurtularak okunabilirse, biliniz ki Cumhuriyet’in “eğitim prangası” aşınmaya başlamıştır:

“Önceki gün Meclisi Mebusan(Milletvekilleri Meclisi) üyeleri kendi aralarında bir özel oturumda toplanarak (padişahın) açış konuşmasına (nutku iftitahi) verilecek cevabın metni hakkında düşünce alış verişinde bulunmuşlar; enine boyuna tartışmalardan sonra bu metne savaş suçlularıyla, toplu cinayet ve insanları önlerine katarak zorla göç ettiren ve bunu yönetenlerin cezalandırılması istemini içeren bir paragraf ekleme kararı verilmiş. Bu konuşmalar sırasında genç bir milletvekili acılı savaş yılları içinde mecliste yer alan üyelerin de bu suçlular arasında anılması gerekeceğini işin içyüzünü pek güzel açıklayarak önermiş ve fakat değeri yazık ki kabul edilen metin ile adeta öz kardeş olan bu öneri bir kısım milletvekillerinin boş gürültüleriyle susturulmuş!.. Edirneli Faik Bey’in düşüncesine göre savaş (sırasındaki) milletvekilleri suçlu değilmiş!.. Alemdar’ın dünkü baskısında verdiği bu haberi okuyup da üzüntü ve kızgınlıkla hiddet isyan etmeyen hiçbir gerçek ve samimi Türk düşünemiyoruz.

Hayır, efendiler, iyice biliniz ve güçlü bir inanç şeklinde kafalarınızın içine yerleştiriniz ki dört savaş yılında çete hükümetinin her haydutluğunu avuçları patlarcasına alkışlayan o düzme milletvekilleri; tam mübarek, talihini terse çevirdikleri muhterem ve büyük milletimizin gözünde Enver’lerden, Talât’lardan, Cemal’lerden, Halil’lerden daha çok suçludurlar.

Bu millet belki yüce başına cehennem belâsı gibi musallat olmuş siyasilerin hareketlerini çılgınlıklarına verir, fakat hiçbir zaman o şımarık, o küstah, o kanlı çılgınlara gardiyanlık eden; sırf hasis ve sefil çıkarlarını sağlamak uğrunda o aklı başından gitmişlere dalkavukluk eyleyen maymunların bu ihanetlerini asla unutamaz. Eğer 330 senesinde (1914) Komite (İttihat Terakki Merkez Komitesi) tarafından seçilip atanan bu zenginler alayı insanlık, Türklük ve vicdan borçlarını idrak ederek bunu hakkıyla ve yüksek medeni cesaret ile yerine getirmiş bulunsalardı hiç şüphesiz ne o kanlı hükümet adım attığı yıkıcı yolda bu derece alabildiğine koşar, ne de vatan ve millet bugün içinde yuvarlandığı bu feci uçuruma düşerdi.

Bir kez şu anlaşılsın: Talat, Enver saltanatı içte ve dışarıya karşı o zorbalıklarda bulunmak için en çok neye dayanıyorlardı? Hiç şüphesiz kötülüklerine, parasına, tabancasına, fedaisine, örgütüne değil mi? Fakat bunların da temeli, ruhu neydi? Hükümetin, milletin sinesinden kopmuş olduğu iddiası değil mi? Talatlar, Enverler yalnız bize karşı değil bütün dünyaya karşı Türk milletinin ortak arzusu dahilinde hareket etmekte bulunduklarını iddia ediyorlar ve buna yegane ve fakat maalesef en kuvvetli bir delil olmak üzere meclisi mebusan (milletvekilleri meclisi) adını verdikleri daireyi mensubandan (memurlar bürosu) topladıkları güven alkışlarını gösteriyorlardı!

O hükümet, Almanya imparatorundan gördüğü iltifatlardan şımararak, devleti Cermaniye’nin (Almanya’nın) bol keseden bağışladığı altınlar karşısında gözleri kamaşarak tarihin bir eşini daha kaydetmediği büyük bir maceraya atılıyor. Dünyayı kan ve ateş denizine uçurmaya götürecek genel bir savaşa girmek için daha altı ay önce yeni ve bedbaht bir savaştan kurtulan, zayıf, parasız, yorgun ve çaresiz bir milleti silâh altına çağırıyor.

O bedbaht milletin vekilleri olduklarını iddia eden kimseler ise; kayıtsız ve koşulsuz bu delice kararı alkışlıyorlardı. İçlerinden bir kimse çıkıp da: “İnsanları niye güvenerek silâh altına alıyorsunuz, seferberlik yüzde yüz savaş demektir, bizim ise böyle yeni ve feci bir harbe daha girmeye mali gücümüz ve askeri durumumuz uygun mudur, gücümüz ve siyasi durumumuz böyle bir maceraya katlanabilecek bir düzeyde midir?” demedi. Çocukların bile güleceği, delilerin bile kızacağı bir güzel sözlerle o çılgınca kararı pohpohladı. Doğal olarak hükümet de sağdan soldan aldığı bu destekler ve coşturmalar arasında uğursuz gayesine doğru gözü kara yürüdü. Alman gemilerini durup dururken sırf Almanların çıkarları böyle gerektiriyor diyerek Rus donanması üzerine saldırdı ve bizi bir oldu bitti karşısında bırakarak bu belalı savaşa sürükledi. O saygın kişilerin salonunda yine alkıştan başka ufak bir eleştiri sesi ve itiraz bile yükselmedi. Savaş olanca kötülükleriyle sürüyor; hükümet önde gelenleri zavallı milleti aldatıp ve yerlerde süründürmek için her gün yeni bir dolap çeviriyor, senelerce baş başa verip yaşadığımız unsurları (Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarını) küme küme göçe zorluyor ve topluca öldürüyor, gül bahçeleri yıkıntılara, köyler mezarlıklara dönüyor; sınırlarda kurşun, süngü, bitler ve mikrop; içeride baskı ve zulüm, göçe zorlama koca bir milleti, koca bir soyu kürtaj gibi bitiriyor; millet açlıktan ot yiyor, ağaç kemiriyor, ahlaksızlık, yoksulluk iliklerini emiyor ve yüzde doksan çoğunluğunun koyuverdiği bu yürek sızlatan sahne karşısında yüzde beş veya on gibi bir azınlık durmaksızın karınlarını, gözlerini, kaslarını dolduruyor, sonucunda büyük bir millete ait muazzam ve eski bir sarayın enkazıyla üç beş maceracının yalancı ikbal konakları kuruluyor, şimdi kendilerini her suçun uzağında kalmış ve zemzem suyu kadar saf kabul eden o zamanki milletvekilleri de ya bahşedilmiş iki vagon, ya elli okka şeker, ya bir ayrıcalık, ya dört teneke yağ karşılığında bütün bu kötülüklere göz yumuyor, hayır yalnız göz yummuyor, belki bunları onaylıyor, alkışlıyorlardı.

Eğer böyle olmasaydı; o delirmiş hükümet kendi karşısında milleti denetleyici ve eleştirel bir durumda görseydi o rezaletler bu kadar uygun ortam bulur ve dehşet doğurabilir miydi? Bir taraftan milletvekillerinin bu utanç verici etliye sütlüye karışmaması ve yaltaklanmaları, diğer taraftan sırf çetenin parası ve emriyle çıkan gazetelerin üst perdeden kopardıkları yaygarayla beğeni ve alkış bu milleti felaketine sürükleyen nedenlerin en etkililerinden biridir.

Gerek o zamanki milletvekilleri, gerek gazeteciler şimdi biricik mazeret olarak kendilerini zarar gelmesinden kaçınmak zorunda kaldıkları için “Ne yapalım; zalim hükümetin baskı ve zorbalığı altındaydık, başka türlü ne yapabilirdik, çaresizlik durumunda yoldan çıkmak günah sayılmaz” diyorlar!

Hayır efendiler; bu bir mazeret değil belki mahkumiyetinizi daha da arttıracak bir delildir.  Mademki vicdan hürriyetine , yazma hürriyetine, söz söyleme hürriyetine sonuç olarak insanlığın ruhu,  varoluş ve yaşama nedeni olan bu kutsal haklara sahip değildiniz, kendinizin bir esir bir köle düzeyine düşürülmek istendiğini, düşüncenize aykırı olarak koca bir vatanın çöküşe yuvarlandığını görüyordunuz; nasıl olup da bu alçaklığı kabul ederek millete vekillik veya akıl hocalığı etmekte inat ve ısrar gösterdiniz.

Hiçbir şey yapmıyorduysanız; diğer vatanseverler gibi istifa edip çekilmek, kalemlerinizi kırıp susmak ve bu suretle manen olsun millete; sürüklendiği bu karanlık hakkında bir uyarı işareti vermek de ellerinizden gelemez miydi? Acaba bunu yapacak vatanseverliği gösterseniz ve hükümetin çılgınca uygulamalarına karşısında tek yumruk bir muhalefet bulundursanız sonuç  böyle mi olurdu? Hiç zor ve baskı altında milletvekilliği, gazetecilik olur mu? İnsan ya o baskıya karşı her tehlikeyi göze alarak isyan eder ya da korkuyorsa bir köşeye çekilip susardı. Bunların hiçbiri yapılmadı. Bundan da anlaşılır ki gerek o zamanın milletvekilleri, gerek gazeteleri bugün idama mahkum ettiğimiz ileri gelenlerinin (İttihat Terakki liderlerinin) hareketlerini bile bile, susa susa benimsemişlerdi!.. Bunun daha başka bir şıkkı yoktur.

Evet efendiler, millete dört felaket senesinde boşu boşuna vekillik eden savaş milletvekillerinin ve savaş gazetecilerinin her biri Talat kadar, Enver kadar ve onların arkadaşları kadar suçludurlar ve yine insanlık adaleti  ve Allah korkusu ile günahtan kaçınmak.duygusundan aldığı güçle hâlâ hiç yıkılmayan adaleti ümit ederiz ki bugünkü durumları ne olursa olsun, bunlar; kendilerine uygun ve kaçınılmaz olan sonuçtan kurtulamayacaklardır.  Yeni milletvekillerinin ve özellikle bunların içinde savaş alçaklığına dokunmamış olan kimselerin ellerini vicdanları üzerine koyarak ve hiçbir başka düşünceye kapılmayarak bu meseleyi enine boyuna düşündükten sonra vicdanlarının kendilerine yüklediği milli, vatani ve dini görevi yerine getirmede parıldayan bir medeni cesaret göstermeleri ne kadar yerinde temenni ve arzudur.”

Alemdar Ermenilerin topluca sürülmesi ve öldürülmesine “hayır” diyen bir “hain” gazete. “Hain”i “kahraman”ından güzeldir, bir başkadır benim memleketim!

Talât Ulusoy

(Bu yazının bir özeti 08.01.2015 tarihli TARAF gazetesinde yayınlanmıştır.)

ÇİNGENE MEDENİYETİ

Devlet, vatan, toprak, mülkiyet. Sahipsin ve korumalısın. Bayrak, milli marş, ordu, ulu önder, milli şef, heykel, üniforma, para. Bütün bunlar kutsallarımız olur ve bizi yönetmeye başlarlar. Ve ele geçirilen ruhumuzun hapsettiği bedenimizi kaybederiz, insan olduğumuzu unuturuz.. Sevişmek devleti yönetenlerin dayattıkları üreme programına dönüşür. Bedenimiz araçsallaşırken onunla ilişkimiz kopar. Müzik, dans, kahkaha aklımıza gelmez. Bununla bitmez pan-kapitalizmin üretim/ tüketim mekanizması bedenin doğasını ve ritmini bozar. Günlük zorunlu faaliyetlerimiz bile bu mekanizma tarafından yönlendirilir.

Rakıyı Karanfille İçen Adam (Ömer FarukYarabıçak) konuyu Çingenelere getirir. Çingenelerin bilinen tarihinin geçmişi yaklaşık bin yıl. Bin yıldır devlet kurmayan tek halk Çingeneler.” Yerleşik kültürün tahakküm ürettiğini tıpkı evlerini sırtlarında taşıyan kaplumbağa ve salyangozlar gibi yaşayan Çingeneler nasıl sezdiler? Ve devam eder. Tam bir yersiz yurtsuzluk, akışkanlık, durmayı ret etme hali. Ev ve toprak özlemi, sahiplenme isteği olmayan bir zihniyet dünyasını nasıl kurarsın?”, “Devlet boyun eğmesi için tebaasına baskı uygular, rıza göstermelerini sağlamak için gerekirse öldürür. Rıza gösterildiği an devlet hükümranlığını pekiştirir. Çingeneler rıza göstermektense devletlerini değiştirmeyi deneyen, beceren tek halktır. Çingeneler tek tanrılı dinlerin tahakkümcü karakterine rıza göstermektense çekip gitmeyi seçen, bunu becerebilen tek halktır.Abdülgaffar el HayatiOkyanusu seçen ırmak durmaz, dolaşır, atlar, deler ve hep akar, Okyanus dalgalı, sınırsız ve meçhuldür. Çingeneler okyanusa akan ırmak suyu içmiştir” der.

Toprağa bağlanmak, hayvanları ehlileştirmek ve yerleşik hâle gelmek tarımla başlıyor. Tarımsal üretimin belli ellerde birikmesi sonucu bunun üzerinden devlet ve ordu kurumlarının ortaya çıktığı ve din kurumunun bu yapının destekçisi olduğu biliniyor. Böylece tahakküm kapitalistleşme süreciyle daha güçlenerek devam ediyor. Çingenelerin tahakkümü başlatan tarımı ret etmelerinin, insanlığın birbirlerine karşı işledikleri suçlara iştirak etmemiş olmalarının nedeni ne?

Rakıyı Karanfille İçen Adam bir Çingene bilmecesi sorar: “Bir kız kardeşim var, bacakları yok ama koşar, ağzı yok ama ıslık çalarMister Fa bilemez, bunun üzerine kendisi yanıtlar. Rüzgâr. Hareketli olduğu için rüzgârı kardeş bilmişler. Gace’nin (Çingenelerin tüm Çingene olmayanlar için kullandığı ad) esintiyi eve hapsetmeye kalkmasına çok kızıyorlar.”

Nazilerin Yahudiler dışında soykırım yapmayı planladığı tek ırk Çingeneler. Yalnız Auschwitz’de yirmi bin Çingene öldürülmüştü ve toplam ölü sayısı 500.000’i buluyordu. Peki, neden Yahudiler gündemdeyken ve onlardan özür dilenirken, Çingenelerden hiç söz edilmiyordu. Çiftçi Yahudiler Filistin’e yerleşip tarıma başladılar ve din unsurunu başat hâle getirerek İsrail devletini kurdular. Devlet olmaktan gelen güçleriyle Nazi zulmünü hatırlatmaya devam ettiler. Ama onlar da devlet olmakla şiddet kullanmaya başladılar. Peki, ya Çingeneler? Adam devam eder. “Çingenelerde ise devlet kurma isteği yoktu, zaten onlar unutmayı seçtiler. Acılarını müziğe gizlediler. Başka çareleri de yoktu. Bu yüzden tarih onları görmezden gelmeyi seçti.

Faruk, Çingenelerle ilgili şu tespitleri yapıyor: “Devlet kurmamış, kale yapmamışlar, düzenli orduları, bayrakları, milli marşları, ulusal önderleri, anıtları yok. Ekolojik kriz ve küresel ısınmada hiçbir payları yok. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sorumluluğunu taşımıyorlar. Nükleer santral deliliğine düşmemiş, atom bombası patlatmamışlar. Heykel dikmiyor, mezarlık kurmuyor, ölülerin öldükten sonra da hüküm sürmesine, kendilerine hükmetmesine izin vermiyorlar. Gökdelenleri, uçak gemileri, barajları yok. Çokuluslu şirketleri, bankaları, borsaları yok. Seri katilleri yok. İstihbarat teşkilatları kurup, faili meçhullere bulaşmamışlar.”, “İnsanlık bütün bunlarla uğraşırken Çingeneler yürüyüp gitmişler. Üstelik Göbekçibaba Türbesi gibi başka halklarda kolay kolay rastlanmayacak biriciklikleri de var.

Faruk şu önemli soruyu soruyor: “Yerleşikliğe dayanan tüm eski medeniyetler kapitalizme teslim oldu, Haçlı orduları değil AVM İslam’ı yendi. Büyük fotoğrafı görerek, medeniyet bilgisini edinerek, kapitalizmi aşmayı hedefleyerek, Çingeneleri dikkate alarak yeni bir medeniyet üzerine düşünmemiz gerekmez mi?

13 Aralık 2014- TARAF

umitkardas@gmail.com