Türkleştiremediklerimizden misiniz?

Ermeniler 1915’te tam “temizlenemedi!”. Anadolu’da kimsiz kimsesiz kalmış bir avuç  Ermeni’yi hal’letmek kolaydı. Ama İstanbul’da hâlâ Ermeniler vardı!

Sene 1922. “24 Aralık’ta Pera-Asmalı Mescit’teki Diana Oteli’nde toplanan 40 kadar kişi,” ki bunlar Hıristiyan ve İslâm  okul arkadaşlarıdır, “28 Eylül 1919’da kurulmuş olan Garabetyan Mezunlar Cemiyeti(ni), Ermeni-Türk Teâli Cemiyeti’ne”(Ermeni-Türk Yükselme Derneği)dönüştürürler. (Ayşe Hür, Yeni Bir Başlangıç Ümidi, 28 Nisan 2009, Taraf)

Cemiyeti kuranlar, Ermenilerin mahrum bırakıldıkları temel haklardan “Türk gibi” yararlanabilme imkânı sağlamak arzusundadır.

24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşmasının imzalanmasından sonra  “Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti’nin Lozan Barış Antlaşması uyarınca, yurt dışındaki Ermenilerin ülkeye dönüşünü sağlamak için Ankara Hükümeti’ne bir başvuru yaptığı haberleri Adana’daki yerel gazeteler tarafından sert şekilde”(age) eleştirilir. Bu bir işaret fişeğidir, hükümet derhal “parmak sallamaya” başlar.

Sen misin “hak” isteyen!

18 Ağustos 1924 Vakit gazetesinde “Ermenilerin Avdeti (yurda dönmesi) Meselesinde Mebuslar” başlıklı bir haberde İçişleri Bakanlığı’nın bir bildirisine yer verilir. Bazı mebusların “Ermenilerin ülkeye dönüşünü sağlamak” girişimlerine dair bir “gizli” rapor vardır. Bildiride; mebuslar (milletvekilleri) hakkında yapılan soruşturmanın sonuçları açıklanmaktadır. Özetle şöyledir:

… Gizli raporun yayınlanmasıyla oluşan durum karşısında isimleri geçen milletvekilleri, kendilerine sanıkmış gibi sorgulanıyor görünümü verecek hiçbir soru yöneltilmeksizin raporda isimlerine atfen bahsedilen işler hakkında şahsen ve yazılı olarak açıklama yapmak yolunu…” seçtikleri belirtilerek; Afyon milletvekili Ruşen Eşref, Maraş milletvekili Mithat, Muğla milletvekili Yunus Nadi ve Antep milletvekili Kılıç Ali beylerin raporda yöneltilen “suç”u işlemedikleri sonucuna varmıştır. İttihatçı Cumhuriyet, Kılıç Ali ve Yunus Nadi gibi güvenilir adamları üstünden, “bunlar bile yapsa affetmeyiz” uyarısıyla millete “ince ayar” verilmektedir: Hiç kimse, Ermenilerin yurtlarına dönme haklarının geri verileceği hayaline kapılıp, onların avukatlığına soyunmasın!

O gün bu gündür, ne bir Ermeni yurttaş yurduna dönebilmiş, ne de çalınan mallarından bir “toplu iğne”yi geri alabilmiştir. Haram nedir?

Bakanlık bildirisinde “zorla toprağından sürülmüş” Ermeniler içinfirari” ifadesi kullanılır. İttihatçılığın temelinin “yavuz hırsız”lık zihniyeti olduğunun çok açık bir ifadesidir bu.

Yine o günlerde, İstanbullu bir eczacı olan Teâli Cemiyeti yöneticisi Ömer Aziz bey’in Türkiye Ermenileri adına İsmet Paşa’ya bir dilekçe sunduğuna dair haberler” yayılır. Haberde “Ermenilerin dinî, sosyal ve cemaat örgütleri bir anlaşmaya vararak Lozan Anlaşması’nın azınlıklara tanıdığı hakları reddetmeye ve bundan böyle Türklüğü kabul için adımlar atmaya kararverdikleri duyurulur (age). Yurt dışına sürülenlerin geri dönmesi talebinden vazgeçirildikleri gibi, Ermeni “Ermeni” olmaktan da vazgeçmeye zorlanmaktadır!

Hem Lozan’da kazanılan “hak”lardan feragat edeceksin, hem de “Türk” olacaksın! Pes doğrusu, “Yavuz hırsız”lık sınır tanımıyor! “Lozan Zaferi” denilen şey bu mu?

Türk Olunacak, Ol!

 Mart 1926’da,Ermeniler arasında “Lozan’da tanınan haklarından vazgeçme”yi kabul eden bir dilekçe imzaya açılır.“Ankara’ya altı yüzden fazla imza ile” giden Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti temsilcisi Dr. Garabet Yağubyan, 13 Nisan 1926 tarihinde Marmara Gazetesi’ne gönderdiği telgrafta “Gerçekleştirdiğimiz imza kampanyası Cumhuriyet Hükümeti tarafından memnuniyetle karşılandı… İçişleri Bakanlığı Ermenilerin şimdilik Bursa, Yalova ve Yakacık, Alemdağ gibi kaplıcaların bulunduğu yerlere serbestçe yolculuk edebilmesi için vilayete gereken emirleri verdi”(age) diye yazar. İttihatçı Cumhuriyet insafa gelmiş, “Türkleşme”yi kabul etme karşılığında kaplıcalara seyahat izni vermiştir!

“29 Mart 1927 tarihli Aztarar gazetesinde, Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti tarafından gönderilmiş bir yaz”ı yayınlanır.  “Yazıda Patriklik Kaymakamı Başpiskopos Arslanyan’ın ve bazı eski Cemiyet üyelerinin Cemiyete son vermek istedikleri, bu amaçla faaliyette bulundukları“ yazılır. “Sonuçta, 1927 yılının ortalarından sonra Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti’nin faaliyetlerine ilişkin haberlere” artık rastlanmaz (age).

Zincirli Hürriyet

Bir yıllık bir sessizliğin ardından, 29 Haziran 1928 tarihinde “Hür Türkiye” adıyla (eski harflerle) Türkçe ve Ermenice bir gazete yayınlanmaya başlar (bkz. H.Tarık Us Koleksiyonu). Gazete’nin imtiyaz sahibi ve sorumlu müdürü Hrant Antreasyan, başyazarı Veziroğlu Ömer Aziz beylerdir. Büyük olasılıkla başyazarın kaleminden çıkan yazıda yayınlanma amacı şöyle açıklanır:

“Hür Türkiye” her şeyden evvel “bir vatandaşlık” urganıdır, asırlardan beri Türk topraklarını vatan kabul eden fakat taşıdıkları sıfatlar ile muhtelif ırkları temsil eyleyen anasırlar artık inanmalıdır ki Türk vatanında yalnız Türkler vardır;.. Bu şerefli nam altında tam bir refah ve huzur ile yaşamanın değer ve önemini takdir eden her vatandaşa Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin şefkatli kucağı açıktır. Kendinde bir ayrılık hissedenlere ise bu topraklarda yer yoktur.“ (Hür Türkiye, sayı 1)

Şunu hemen belirtmeliyim ki, yazılarda “vatandaş” deyimi sadece Müslüman olmayanlar için kullanılmaktadır. Müslüman olanlara “Türk” denilmektedir. Devamı şöyle gelir yazının:

…Bazı hakların kendilerinden esirgenmemesi konusunda cumhuriyet hükümetimizin nazarı dikkatini çekeceğiz…Vaktiyle Ermeni, Rum, Musevi gibi muhtelif ünvanlar taşıyan ve şimdi yalnız Türk sıfatını haiz bulunan anasırlar her vesileden istifade ederek Türklüğe olan bağlılıklarını ispat etmeye, ciddiyet ve samimiyetleri konusunda Cumhuriyet Hükümetimizi temin etmeye mecburdurlar.

 Ne Mutlu Türk’üm Diyene

“Türkleştirme ve Türkleşme” başlıklı yazıya, “Türkleştirme” nedir sorusunun cevabıyla girilir. Sadeleştirerek aktarıyorum:

Türk topraklarında mütevattın (yurt edinmiş)muhtelif unsurların manevi ve maddi kuvvetli bağlarla Türk hükümetine bağlılıklarını sağlamaktır.

Türkleşme nedir? Türk topraklarında hakiki bir Türk sıfat ve hakkıyla cumhuriyet hükümetinin saadet ve nimetlerinden yararlanarak yaşamanın yegane yoludur.

Türkleştirme ve Türkleşme meselesi alelade bir lisan veya alfabe işi değildir, her iki tarafın uhdesine düşen daha başka ve esaslı vazifeler vardır.., vatandaşlarımızı kendimiz gibi yaşamaktan mahrum edersek onlar bize daima yabancı kalır ve bu haksızlık karşısında onlardan yakınlık beklememiz biraz garip olur…” (Hür Türkiye, 29 Haziran 1928, s.1”

Tek Yol Asimilasyon

Yukarıdaki satırlar, İttihatçıların yirmi yıl önce Enver-Talat-Cemal önderliğinde giriştiği “Tek Irk- Tek Millet” yolunda “Kanlı Temizlik” harekâtının, İttihatçı Cumhuriyetçiler eliyle “asimilasyon” üstünden devam ettirilmesinin belgesidir? Yazının devamında yalnızca Ermenilerin “İstanbul sınırları içinde yaşamaya mahkum” olduğu belirtilit vr “Bu bir ceza ise artık yeterlidir. Bırakalım bu vatandaşlar da haklarından yararlansınlar…”dileğinde bulunur.

Koskoca “İstiklâl Harbi” kazanmış İttihatçılar neden korkmaktadır?

“Üç, beş veya üç yüz, beş yüz Ermeni’nin Anadolu’ya seyahatlerinden endişe etmeye lüzum yoktur, geçmişi tamamıyla unutmak ve yalnız geleceğe bakmak zorundayız,  hükümetimiz iç ve dış hiçbir etki altında kalmayacak derecede kuvvetli bir devlet halindedir; bunu Ermeniler herkesten iyi anlarlar…” der başyazar.

Doğrudur. “İttihatçı Devlet” kuvvetini, kapanmayan yarasıyla en iyi Ermeniler anlar. Bir de İslâmcılar, Cumhuriyetçiler, halkçılar, liberaller, solcular anlasa…

Tal’ât Ulusoy-Yüzleşme Atölyesi

22 Nisan 2014-TARAF

 

Derdim Çoktur Hangisine Yanayım

Yüz yıldır sağlığından edilmiş bir toplum halindeyiz. Halimize çare arayacağımıza; karşımızdakini koyun, kedi, inek, keçi ile tarif etmemiz de, ne denli illetli olduğumuza işaret ediyor :
İlk illet, okuma ve yazma yetisinin yitimi. “Harf Devrimi” ile başlayan, etkileri bugün de var olan bir süreç bu. Okur-yazarların bir gecede “cahil” sınıfına sokulduğu, “eski yazı”nın imha sürecinin başlangıcı olan bir devrim bu. Sonuç: Geçmişiyle ilgili bir yayın ya da belgeyi okuyup inceleyemeyen insanlar topluluğu. Eski yazıyı okuyabilseniz de, aradığınız şey ya “imha” edilmiştir ya da “yasak” edilmiştir! Ne 1915’in, ne 1922’nin kritik günlerine ait gazete veya belgelerin yokluğu buna örnektir.
Okuma, yazma yetisinin yitimi üstüne bir de “Dil Devrim”i binince, konuşma, konuşup anlaşma yetisi de yitirilmiştir. Bu illetin en belirgin dışa vurumuna seçim sürecinde tanık olduk. İktidar ve ana muhalefetin toplantılarında kürsülere, alanlara küfür, aşağılama, nefret dolu erkek dili egemen oldu. İnsanca konuşup anlaşmanın kalmadığını görmek için, trafikteki kavgalara bakmak yeter.
Çıktık Açık Alınla
Hepsiyle birlikte “tevhidi tedrisat”, yani “eğitim devrim”i ile hafızalar silindi, bin yılda biriktirilmiş toplumsal hafıza “on yılda on beş milyon genç yaratarak” yok edildi! Bugün tam bir “toplumsal hafıza kaybı” içinde “barış ve demokrasi” arıyoruz.
Bu memlekette barış ve demokrasi sadece seçimler, görüşmeler veya yeni bir anayasa ile sağlanacak şeyler değildir. Geçmişinden tamamıyla kopmuş olmanın getirdiği illetlerden kurtulmak şart. Tedaviye illetlerimizin varlığını kabul ederek başlamak gerekiyor. “İnkılâp Tarihi”nin esaretinden kurtulup, geçmişine bilinçle sahip çıkabilen bireyler olabilmek gerekiyor.
Seçimlerde Ak Parti adaylarına “evet” demeye kararlı olanların, aynı zamanda Ak Parti hakkındaki “usulsüzlük/yolsuzluk” iddialarının adli takibini “ertelenme” çabalarına da “hayır” diyebilmesi nitelikli bir davranış olacakken, sessiz kalmak, “millet beni akladı” gibisinden bir “hile-i şerriye” ile aldatılmak bir başka illetli durumu gösterir. Toplum doğru yerde doğru tepkiyi verememektedir. Buna karşılık “yolsuzluk yapan gider” beklentisi de doğru bir tepki değildir. İttihatçı Cumhuriyet tarihinde “yolsuzluk” iddiasıyla çekilmiş bir tek hükümet yoktur ki!.. Bu beklenti “hafızası silinmiş ve formatlanmış” şehirli ve modernlerin “hafıza yitimi” halidir.
İstiklâl Harbi Dizisi
Açıkça “usulsüz” olarak evlerde saklanan paralar “soruşturulma”ya kalkışılınca duyurulan “darbe” tehlikesine karşı “İstiklâl Harbi” ve seferberlik çağrısı, Mustafa Kemal’in Askerleri cephesinde pek itirazla karşılanmadı. Neden? Nereden gelirse gelsin, illâ bir “darbe” gelsin özlemi mi yol açtı bu tepkisizlik haline?!
Kişiye yönelik bir suçlamanın “darbe” olarak tanımlanıp yargı yolundan kaçırılması ve bunun, demokrasi adına saygınlığının korunması gereken “sandık” ve o sandığa giden millet kullanılarak yapılmaya çalışılması da en hafifinden “seçmeni kötüye alet etmek” tanımını hak eder. “Darbe geliyor” korkutmacası ile, yakın tarihimizdeki “komünizm gelir” korkutmacası arasındaki benzerliği okumuşların hatırlayamaması “hafıza yitimi” durumudur.
Her sandığa gidiş “İstiklâl Harbi!”, her iktidar mücadelesi bir “cihat” olarak algılandığında; savaşta “düşman”ı imha etmek, seçimde muhalefeti “sandığa gömmek” olarak görülüyor. Sandığı ölümle eşlemek, sandığı mezar çukuruyla bir görmek, bütün illetlerin üstüne tüy dikiyor.
Ben Güzele Güzel Demem…
Gezi’den beri özgürlükler kısıtlandı, baskılar arttı. Bu, Ak Parti’nin “darbeyi önlemek için” bile bile uyguladığı çok açık bir gerçek. Ama kalkıp da “Cumhuriyet tarihinde böyle bir diktatör görülmedi” demek, geçmişin yüzleşilmemiş suçlarını adaletsizce affetmek, ya da hiç olmamış saymak oluyor.. Bu da tam bir “amnezi” hali. Tek partili yıllar demokrasinin “altın çağı” mıydı?
Başbakan Erdoğan “diktatör” oldu ya da oluyor. Söylenen bu. Bizde diktatöre diktatör demek “ayıp, günah ve suç” sayıldığı için “diktatör” sıfatını geçerek şu soruyu kendimize soralım:Birinci İstiklâl Savaşı’nın önderi “Tek Adam” olabiliyor da, İkinci İstiklâl Savaşı’nın önderi niye “Tek Adam” olamasın ki?! Üstelik birincinin ikinci kadar da seçmen desteği olmamıştı. Kanıtı 1930 yerel seçimlerinde Serbest Fırka adaylarına verilen oylardır. Burada da bir “hafıza yitimi” hali yok mu?
“Tarihimizde böyle büyük yolsuzluk görülmedi!” Alın size “silinmiş hafıza” eseri bir feryat! Yahu, haydi tarihin unutturuldu, dört işlemi de unutmadın ya! Gasp edilen (yani cana kastedilerek el konulan” Hıristiyan mallarını, bu “Büyük Yolsuzluk” ile gelen servetlerin hesabını yapmadan “büyük” tespitini nasıl yaparsın?
Sevap Sayılan Günahlar Var mıdır?
Şöyle düşünüyorsan böyle bir tespiti rahatça yaparsın: Türklüğün menfaati için yapılan yolsuzluk yolsuzluk değildir. Bu anlayış, 1915’ten bu yana “bağzı” yolsuzluklara yolsuzluk dememenin anahtarı olmuştur. Yolsuzlukla suçlananların yargı önüne çıkmasının engellenmesi için verilen mücadeleye de, bugün de tanık olduğumuz gibi, “istiklâl mücadelesi” demek o günden beri adet olmuştur.
Tarihiyle yüzleşmemiş, sadece kendi “mağduriyet”i veya “zafer”i üstünden tarih inşa edenlerin, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü” değil de, “kendi gibi olduğundan ötürü” sevenlerin, “usulsüz” saklanan paraları kişisel menfaat için değil de, ulusal veya dini faydalar için elde edilen “helâl” akçeler olarak görmesi anlaşılır bir durumdur.
Boş yere birbirimiz üzmeyelim, Türkiye’nin sorunu iktidar ile muhalefet arasında tercih sorunu değildir. Çözmemiz gerek; “bizi (İslâm ve Türk) kimse sorgulayamaz” anlayışındaki dindarlık ve milliyetçilikten kurtulup, hiçbir suçun kahramanlığa, hiçbir günahın sevaba tahvil edilemeyeceği bir toplumsal mutabakata nasıl varacağımızdır.

Tal’ât Ulusoy-TARAF
06.04.2014