Yüzleşme Mekânları 4: İZMİR’İN UTANÇ ÇUKURU

İzmir’in bir ünlü “çukur”u var; Basmane semtinde, eski Fuar’a komşu. İzmir basını “Utanç Çukuru” der oraya.  Çünkü şehrin göbeğinde yıllardır kurbağalara “mekân” olan bu çukur “Güzel İzmir”e yakıştırılamaz.

O “çukur”dan utanmak gerekir, bu doğru. Ama yukarıdaki gerekçeyle değil, o çukurun “saklı tarih”i  nedeniyle “utanç” duyulmalı..

Hafızası silinmiş İzmir’in geçmişi konu edildiğinde, “ısmarlama” çalışan “milli tarihçi”ler, “kurtuluş” üstüne  hemen “efelik muhabbeti” satar. O muhabbettir ki, şehrin geçmişindeki “günah” ve “günahkâr”ları gizler.

Yangın, Vurgun ve Günah

9 Eylül 1922, İzmir’in “kurtuluş” günü. “Kurtuluş”tan dört gün sonra başlayıp dört gün süren yangın ertesinde artık İzmir yoktur. Bugün o eski “Güzel İzmir”den kalan, sadece zorlama “güzellemeler”e muhtaç “İzmir” adıdır.

Yangının en amansız gününde Büyük Millet Meclisi, Ermeni’lerden çalınan malların geri verilmesini emreden “Vahdettin Yasası”ndan nasıl kurtulabileceğini tartışır (1) ve yürürlükten kaldırır. Kim tutabilir artık İzmir’de İttihatçı vurguncu çeteleri! Şehir hane hane soyulur ve yakılır.

Soygunculuk öyle büyük boyuttadır ki, “Büyük İzmir Yangını”nı görüşmeyen Meclis 27 Kasım gizli oturumunda “Büyük İzmir Vurgunu”nu gündeme almak zorunda kalır.

Şu cümle, 27 Kasım tarihli oturumda Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey’in yaptığı açıklamadandır: “İzmir yangınında ülkenin genel servetine verilen zarar abartmasız en düşük değerde hesap ile altın para olmak üzere 300 milyon altını aşkındır…” (2)

Yangınla başlayan “vurgun” durmaz; “1915’teki İttihatçı hükümet döneminde olduğu gibi emvâle (mallara-tu) el koyma, 1923’te de aynen sürecektir. Bununla emvâl-i metruke (terkedilmiş mallar) olarak nitelendirilen tüm mallar vaziyet edilmeye (el koymaya) yani gasp etmeye ve ekonomik tanımıyla devlet adına el koymaya…” devam edilir.(3)

Şehir yanıp yakılıp kül olduktan sonra, yangın yeri 1936’ya kadar öylece virane kalır.. Hikâye burada başlar ve yeri gelir gerilere gider.

Satılık Şehir Var!

Oysa, yangın yeri için 1925 yılında acele “imar planı” yaptırılmıştır. İmar planı mülkün yeniden bölüşümünü kitabına uyduran “çizimli ve renkli yasa”dır. Plan ile belirlenen “yeni” arsalar “açık arttırma” ile satışa çıkarılır. Satılan satılır, yine de elde epey arsa kalır. Elde kalan bina ve arsaların bir bölümü için “18 Mart 1925 Tarihli Bakanlar Kurulu kararı” ile “,.. gayri müslim toplumların çeşitli sebeplerle ellerinden çıkan okul, mabet ve hayır müesseselerinin özel idarelere devri” uygun bulunur, bu kanaldan da bir bölümü belediye ve diğer resmi kurumlara  dağıtılır. Yine de elde pek büyük bir “kömür karası yangın alanı” kalır. Orası da İzmir’in pek ünlü “Kültürpark ve Fuar” alanı olur.

Bir Hıristiyan “hayır kurumu”na ait olup Belediye’ye verilen Basmane semtinde Kültürpark’a komşu ve bir imar adası ile ilgili,  Şehir Meclisi’nin (o zamanın belediye meclisi) Nisan 1932 oturumunda bir “dilekçe” görüşülür. 6 Nisan 1932 tarihli dilekçenin sahibi; “36 no’lu imar ada”sı üzerinde bir “garaj”  ve ek olarak mağazalar, dükkânlar, depolar yapmak; yıllık 3.000 lira kira ve giren çıkan araçlardan alınan ücretten %10 pay ödemek, on yıl sonra da devretmek” isteğini belirtir. Şehirler arası yük ve yolcu taşıyan araçla bu”garaj”a park etmek zorunda olacaktır.

Yalnız son maddede “…bu iş arttırma, görüşme, pazarlık suretiyle kötü sonuca bağlanırsa her şeyden önce beş bin liralık bir opsiyon mektup şeklinde tarafıma verilmesini bu teklifte şart ve rica ederim” der. Çünkü, dilekçe verilmeden, görüşülmeden, kabul edilmeden masraflar edilmiş, projeler hazırlatılmış ve bunlar dilekçeye bile eklenmiştir ve dilekçe sahibi bu masraflarını istemektedir!

Dilekçe sahibi Nazmi Sadık Bey’dir. Nazmi Sadık Bey “Türk Sesi” gazetesi sorumlu müdürü ve “Türk İli” gazetesi sahibidir. “Türk Sesi”  Büyük Yangın’dan sonra İzmir’de ilk çıkan gazetedir!

Belediye başkanı dilekçeden yana uzunca konuşur ve şöyle bitirir sözlerini: “Boş olan o arazi imar edilmiş olacaktır.”

Bir iki itiraz vardır, özellikle “Develerin yerini alan motorlu araçları misafir ederek para kazanan eski İzmir hanlarının, Garaj yapılırsa halleri nice olur?” endişesidir.

27 Nisan tarihli beşinci birleşimde “nizam encümeni”nden gelen tutanak okunur. Encümen “tekel” oluşturacak biçimde garaj yapımının yasal olmadığını belirtir. Tutanak  kabul edilir ve belediye başkanı Behçet Uz Nazmi Sadık bey ile görüşüp bu “tekel” olma talebini geri almasını isteyecektir. Konu Bütçe Encümeni’ne de gider. 8 Mayıs tarihli encümen kararı özetle şöyledir: Başkalarının da teklif vermesi koşuluyla uygundur.

Dünyada Mekân, Ahirette İman

Bu deyim yangın ertesi İzmir “vurgun”ları için mi söylenmiş olabilir mi?

Sonunda bu “imar adası”na garaj yapılır, hem de kırk yıl kadar İzmir’in “tek” şehirlerarası otogarı olarak kalır. Yetmişlerin ortalarında “garaj” buradan Halkapınar’a taşınınca, boş kalan 35 bin metre karelik bu ada  “dünyada mekân”a inanan kimi imansızların iştahını kabartır. Projeler hazırlanır, belediyeye teklif üstüne teklifler yapılır. Hemen bir “çok katlı” dikmeye girişirler.

Cumhuriyet dönemi adlarıyla; Refik Saydam Bulvarı, Hürriyet Bulvarı ve 1362 sokak arasında kalan geniş üçgen imar adasına “Dünya Ticaret Merkezi” yapmak isteyen İzmirli işadamları ortaklığı ihaleyi 35 milyon dolar bedelle kazanır. Belediyeye vereceği büyük bir opera binası ve otoparkın da yer aldığı proje için dönemin belediye ile protokol yapılır. 1999’da  imar kurallarına aykırı olduğu için, derin temel çukuru kazılmışken inşaat durdurulur. Daha sonra imar değişiklikleri yapılsa da yargı tarafından o değişiklikler de iptal edilir. 2001 krizinden sonra bazı ortakların bankalara  borçlarından ötürü arazinin yüzde 35 hissesi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) kalır

O gün, bu gündür 36 no’lu adanın bütününü kapsayan bu çukur “İzmir Çukuru” ya da “Utanç Çukuru” diye anılır.

İzmir niye bu kadar yıl beklenir bu çukurdan “utanmak” için?

Bu şehirde, büyük çoğunluğun şehrin geçmişine dair hafızası silinmiştir çünkü…

Hayır Kurumu: Bir Ermeni Hastanesi

Oysa, “36 no’lu ada”da 1800 başlarında bir Ermeni Hastanesi vardır. 1845 Yangınında Ermeni Mahallesi ile birlikte hastane de yanar ve inşa edilir. Bahçe içinde, sağlam bir taş yapıdır.

“Başlangıçta yetmiş yataklı olan hastane binası,.. Agop ve Ohannes Ispartalıyan tarafından 1879 yılında genişletilerek, yüz yirmi yataklı olarak yeniden açılmıştır. Ancak hastanenin daha çok yaşlı ve yoksulları barındıran bir hayır kurumu gibi görev yaptığı belirtilmektedir. … Reşadiye Caddesi’nden Basmane Garı’na doğru giden cadde üzerinde geniş bir alan içerisinde yer alan hastane (Surp Krikor Lukasoroviç Erkek Hastanesi’nin) … Basmane’de 9 Eylül Meydanı’na bakan Dünya Ticaret Merkezi’ne ait üçgen parselde yer aldığı sanılmaktadır.”(4)

Bu kadar açık semt ve sokak adı, parsel formu belirtebildikten sonra, ki bir tek kapı numarası eksiktir, hâlâ “sanılmaktadır” şüphesiyle işi bitirmek çok düşündürücüdür. Üstelik yazar hastanenin içini bile avucunun içi gibi bilecek kadar bilgi sahibidir:

“Meyve, sebze ve çiçek bahçeleriyle çevrili, geniş ve iyi donatılmış hastane yapısı, 14×65 metre boyutlarında, ince uzun bir dikdörtgen formunda olup,.. Zemin katta idareye ait odalar, mutfak, hamam, hizmetli odaları; üst katta ise ameliyathane ve hasta odaları yer almaktadır… Alt kattaki yedi odadan biri hastane müdürüne, biri idari heyetinin toplantı ve çalışmalarına, biri hayır şirketinin görüşmelerine, ikisi erkek hademelere, biri ihtiyar kadın hizmetçilere, biri de depoya aittir. Ana girişin sol tarafında, verem gibi bulaşıcı hastalık taşıyanlar için iki oda yer almaktadır. Üst katta ise iki ameliyat odası, iki hademe odası … bulunmaktadır. Yapının bahçesinde eczane, su deposu, çeşme, birkaç odanın yer aldığı küçük bir yapı ve bir kilise mevcuttur. Ayrıca bahçede on-on beş kimsesiz çocuğu ve yirmi-yirmi beş akıl hastasını barındıracak bir bölüm vardır.”

Evet, hiç şüpheye gerek yoktur ki burası “Surp Krikor Lukasoroviç Ermeni Hastanesi”dir ve “hayır kurumu” mülküdür.

Altına Hücum!

Sonuç: “Utanç Çukuru” on yedi yıllık yargı sürecinde boğulur ve bugüne kadar kimseye yar olmaz. Para yatıran batar.  Boşuna dememiş eskiler: “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.”

Bu “çukur”, evet “Utanç Çukuru”dur. Kurbağa, sivrisinek ve çevreye yaydığı kokular değildir ama utanılacak olan. Vicdan sahibi, ahlâk sahibi her insan için bir hastanenin “yakılması, yıkılması, yok edilmesi” kabul edilemez.

Derler ki “milli tarihçiler”: “Ermeniler yaktı!” ya da az buçuk “utanç” duyabilenleri, “Rüzgâr vardı, o yüzden yandı!” der.  Derim ki onlara; “geniş bir alan” yani bahçe içinde bin metrekare kadar bir alana oturan, toplamı iki bin metrekareyi aşan bir taş binaya ve o binanın her odasına o alevler nasıl erişir?

Derler ki “milli tarihçiler; “Onlar düşmandı!” Derim ki onlara, “verem hastaları, çocuklar, “akıl hastalıkları” bölümünde yatanlar mı düşmandı?” Onlara reva görülenler zulüm değil mi?

Zulmün üstü zaferle örtüldüğü yerde zalim kahraman olur. Zalimlerin kahraman olduğu yerden zulüm eksik olmaz

Her şehir barış ve huzur için utanç çukurlarıyla yüzleşmeli.

Talât Ulusoy 19.08.2015

  1. “Buyurun, İşte Belge” Yüzleşme Atölyesi wordpress.com, 21 Nisan 2015
  2. TBMM  Gizli Oturum Tutanakları
  3. Nevzat Onaran “Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi” 2013, s.171)
  4. Tarih İncelemeleri Dergisi XXIX / 2, 2014, 405-443 “Cumhuriyet Öncesi Dönemde İzmir Hastanelerinin Mekânsal Gelişimi, Didem Akyol Altun)

ERMENİLERLE UYUŞMAK SÖYLENTİLERİ

Güncelleme 8

Seçimler öncesinde ilginç bir haber!

Son günlerde Türklerle Ermeniler arasında doğrudan doğruya anlaşma yapılması için bazı girişimler olduğu hakkında bir takım söylentiler yayıldı. Bu söylentilerin ortaya çıkışına “Derçinlor” namındaki Ermeni gazetesinin yayınları sebep oldu. Bu gazetenin iddiasına göre Ermeni Patrikhanesi’ndeki milli meclis, hükümette Ermenilerle bir karar noktası oluşması için eğilim bulunduğu olasılığını göz önüne alarak bu konuda görüşmeler yapılması ve Ermeni meselesinin aldığı şimdiki şekli uzun uzadıya inceledikten sonra sonunda hükümeti Osmaniye tarafından gösterilen bu eğilimden yararlanarak…” görüşmeler yapılması yolunda bir karar alındığı bildiriliyor bu haberde ve devamında:

Diğer taraftan yine Ermeniler tarafından Fransızca yayınlanan ve Ermeni Patrikhanesi’nin yabancılar gözünde resmi görüşlerini yayınlayan “Rönesans” gazetesi “Derçinlor”un bu yayınını kesin olarak tekzip…” ettiğini yazıyor. İlginç değil mi?

Ama bu haberin duyulması üzerine kaleme alınan şu satırlar hiç de ilginç değil. Çok iyi bildiğimiz “İttihatçı” cümle kalıplarından oluşturulmuş bir “kes-yapıştır”! “Ermenilerle Uyuşmak Söylentileri” başlıklı bu yazıyı okumakta yine de sayısız fayda var:

Ermenilerle uyuşmak için hakikaten bir girişim olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat Ermeni gazetelerinin yayınından, Rönesans’ın tekziplerine rağmen her halde ortada bir şeyler döndü ki yeni girişimler olunca, yeni eğilimler belirmekte olduğu anlaşılıyor… Bizim düşüncemize göre Ermenilerin Türklerle uyuşmalarını kesin olarak engelleyecek nedenler yoktur…”

Laf nereden geldi, nereye çıkacak diye meraklanıyor insan:

Ermeni komitacılarının taşkınlıkları olmasaydı, Ermeni milleti yüz yıllardan beri beraber yaşadıkları ve bu kadar ekmek ve nimete sahip olma şerefine erişmiş oldukları Türklere karşı bu derecede saldırgan bir tavır göstermezlerdi.”

Bildiğimiz “özcü” övüngenliğe çıktı: “Biz” Türkler, yıktığımız on beş devlet döneminde de ve  özellikle son yıkıp devirdiğimiz Osmanlı döneminde de hep adaletli ve “öteki”leri koruyucu olageldik. Yıkıldıysak, “adalet”imizdendir!!!

Yine şu ortamda emindirler ki bu devletin en zayıf ve kuvvetli zamanlarından bu günlere kadar varlıklarını korumuş olmaları ve bugünkü aşırılık yanlısı davalarını (soykırım iddiası kastediliyor olabilir) ileri sürecek kadar bir cemaat sahibi bulunmaları hep Türklerin kendilerini koruyup kollamaları konusunda gösterdikleri iyilikseverlik ve sözünde durmasının sonucudur. Ve Ermenilerin bundan sonra da Türklerle uyuşmaları, iyi geçinmeleri yaşamsal çıkarlarınadır…

Son cümle, iyiliksever “ağabey” tavırlarıyla pek uyuşmayan bir “tehdit” , Ergenekoncu “ağır abi” ağzı kokuyor: Ayağını denk al, yoksa hayatın kayar!

Türklerle Ermeniler beraber bulunacaklar ve beraber yaşayacaklardır. Türk için atalarından miras olan yerleri bırakıp ayrılmak kesinlikle olamaz. Diğer taraftan Ermeniler de … yerleştikleri yerlerden kolay kolay bağlarını koparamazlar. Ermeniler esasen tüccar bir millet oldukları ve ticari çıkarı başka her türlü çıkarın üstünde tuttukları için kendilerine en çok çıkarı sağlayan Türk çevresinden ayrılmaya asla razı olamazlar…

Türk akıncı, cengaver, “öteki” tüccar! İslâm milletinden olmayanın elini silaha sürmesine izin verilmiş olsa bu “Tarkancı” geyik yere basacak…

Biz Müslümanların esasen Ermenilere karşı bir iddiamız yoktur. Savaş yıllarına ait olaylardan dolayı Ermenilerin hep birlikte bütün Türk milletini suçlamalarına kesinlikle tahammülümüz kalmamıştır…

Allah Allah! Savaş sırasında bir “olay” olmuş, olmuş da ne olmuş?!

Esasen savaş senelerindeki olaylarda en çok mağdur olanlar kimlerdir, Ermeniler hakikaten dedikleri kadar zulümlere maruz kalmışlar mıdır, yoksa bu meselede de esas itibarıyla en çok zulüm gören yine Türkler midir, buraları henüz kanıtlanmamıştır…Yalnız muhakkak olan bir şey vardır ki o da … Türklerin zarar gördükleri, Türklerin uğursuz acılara uğradıklarıdır. Bugün yitirdiklerimiz o derece müthiştir ki, … Ermenilerin kalkıp da bizden ayrıca istekte bulunmalarını aklımız bir türlü anlamıyor…

Galiba Papa’nın son açıklaması üzerine kaleme alınmış bir yazı bu. Ermenilere 1915’te yaşatılan “olay”ı  “Yirminci Yüzyılın İlk Soykırımı” olarak tanımlamasına yanıt olarak yazılmış.

Bununla beraber Ermeniler bizimle iyi geçinmek isterler, iyi geçinmek kendileri için biricik kurtuluş yolu olduğunu anlarlar ve şimdiye kadar takip ettikleri sözle sataşma ve saldırma siyasetinden uzaklaşırlarsa kendileriyle uyuşmayı doğal olarak arzu ederiz…

Şunun şurası bir avuç kalmış Ermeni yurttaşlara bir “rehin” muamelesi var burada. Yine de bir “uyuşma” isteği olduğu çok açık, ancak:

Fakat yeter ki karşımızdakiler de son gerçek durumlarını hakkıyla bilsinler. Bizi kendilerine (de) hiçbir yarar sağlamayacak biçimde söz etmek ve sıkıntı vermekten kaçınsınlar ve içtenlikle bizlerle uyuşmak arzusunu göstersinler. İşte bizim düşüncemizce bazı Ermeni gazeteleri tarafından ortaya atılan Türk-Ermeni meselesi ancak bu biçimde çözülebilir ve öyle sanıyoruz ki Ermenilerin akıllı ve anlayışlı olanları bu hakikatleri er geç anlayacaklar ve sonunda yabancılardan destek görmektense yine bizimle uyuşmanın kendileri için en emin bir kurtuluş çaresi olduğunu takdir edeceklerdir.”

Papa “hariçten gazel” okumasa, şu günlerde “soykırım” konusunu parlamentolarında gündeme almaya başlayan “yabancılar” araya girmese bu sorunun bir “uyuşma” ile çözülebileceği ne güzel ifade edilmiş! Hayırlara vesile olur inşallah!

Maalesef hayırlara vesile olmadı. “Ama onlar da bize yaptı” ilkelliğinden başka kendine dayanak bulamayan “Ermeni Soykırımı” inkârı bir İttihatçı devlet politikası olarak yüz yıldır sürdü geldi. Aynı basmakalıp yazılar da sürüyor. Açın bakın İslâmcı ve ulusalcı köşe yazarlarına, dinleri ayrı gibi görünse de dilleri tektir: İttihatçılık.

Tasviri Efkâr’daki “Ermenilerle Uyuşmak Söylentileri”  başlıklı yazının yayım tarihi 16Mart1920.  Yazar bir İttihatçı kalem, Ebüzziyazade Velid. Ancak Cumhuriyet’ten sonra “muhalif” olur, Hilâfet’in kaldırılmasına karşıdır çünkü.

Cumhuriyet bir “İttihatçı Tahtırevalli”dir.; daha “laikçi” ile daha “İslamcı”nın paylaştığı tahtırevalli. Biri iner, biri biner…

“İttihatçı İkili”nin oyunu sürüp gitsin diye her kötülüğü “hak” gören bir zihniyet egemendir İttihatçı devlette. Osmanlı’da oyun çoktur derler, öyledir. Ama İttihatçı Cumhuriyet’te daha çoktur. Seçim yolunda tezgahlayacakları “kaza”larla  büyük acılar yaşatmazlar inşallah.

Talât Ulusoy

14.04.2015 TARAF

 

BUNLAR ONLAR DEĞİL Mİ?

Güncelleme-7

Bir “garabet” diyarıdır bu memleket. Osmanlı’ya muhabbetle bağlılık sergileyenler, “çok partili” Osmanlı düzenine son veren “tek partili” İttihat’ın önünde secde ederler! Enver’e, sebep olduğu felâketlere methiyeler düzerler; Çanakkale, Sarıkamış, Kut’ül Ammare “zafer”leriyle öğünürler. Oysa:

Çalışma arkadaşlarını bile haberdar etmemek suretiyle saldırgan savaşı çıkaranların yasa dışı hareketinden ve savaş sırasında uyguladığı kötü siyasetten saltanat ve milletin kurtulmuş olduğu şüphesizdir.”

Bu sözler Padişah’ın meclis açış konuşmasından alınma. Başyazar Refii Cevat 16 (29) Ocak tarihli Alemdar gazetesindeki yazısına bu sözleri alıntılayarak başlıyor. Ve padişahı kastederek, “Keşke konuşmayı şöyle sürdürseydi” deyip devam ediyor:

Bundan ötürü devlete şimdiye kadar Osmanlı tarihinin kaydettiği böyle bir tehlikeli uçurumdan dolayı kötülük edenler, cinayet yüzünden milletin yüce ve (okunamadı) ahlâk ve karakterini bütün dünyaya karşı lekelenmiş olarak gösterenler hakkında yasal incelemenin yapılmasıyla suçlulukları belirlenenlerin cezalandırılması da adaletin ve siyasetin icabı olmak üzere çok gereklidir.” Deseydi diye hayıflanıyor.

Yazar “keşke”li hayıflanmasından sonra başyazıya devam ediyor:

Açış söylevinde konunun sunulduğu yönüyle madem ki “milletin uğradığı” bir takım “acı ve dertler” mevcuttur; madem ki; “savaş sırasında kötü uygulanan siyaseti” görüyoruz, biliyoruz, söylüyoruz; madem ki “savaşa ülke ve millet yararına aykırı olarak katılanlar” da vardır diyoruz, o halde bunlar kimlerdir? Ne oldular? Şu “yasadışı hareket”lerinden ve “kötü yürütülen siyasetten” dolayı ne ceza gördüler, nasıl bir akıbete uğradılar? Elbette doğruluğu kabul olunan ve açıkça söylenen cinayetin failleri (Ermeni Soykırımı-tu) hakkında hükümetin bir görüşü, milletin bir bildiği, bir düşündüğü olacak. Devlet ve millet aleyhine ayrımsız tertip ve bilerek işlenen bu cinayet sorumlularının ayrımsız, zamana yaymadan, tereddütsüz cezalandırılmış olmaları gerekmez mi? Uğradığı bu kadar tehlike, kötülük ve felaketlerden sonra milletin meclise gönderdiği vekilleri bu hususta –sudan olmamak şartıyla- hesap sormak, hak aramak, adaleti talep etmek vazifesiyle yükümlü değil midirler?.. Açılış konuşmasında sözü edilen “hukuk ve devletin yararının …”, “çağın gereklerine uygun olarak memleketin muhtaç olduğu refah ve emniyeti sağlamak” ve “Osmanlı milletinin şeref ve haysiyetini temin” için evvela geçmişteki cinayetlerin … içyüzünü iyice anlamak ve gelecek için büyük bir ders oluştursun diye bunların faaliyetlerini cezalandırmak gerekmez mi?

Cumhuriyet ilânından önce açıkça talep edilen bu gerekli “ceza”, doksan yıldır adaletin gündemine gelmez. Niye? Çünkü bu Cumhuriyet tepeden tırnağa İttihatçıdır.

Bizim özel kanımıza göre savaş ve cinayet sorumluları –ne kadar ihmale uğrasa (da)- yine bir gün hareketlerinin hesabını bir tarafa vermeye mecbur olacaklardır ve emin olmalıyız ki bu gelecek mahşere kalmayacaktır. Kesinlikle bilmeliyiz ki bu işler bu minval üzere yürümeyecek bu dolaplar böylece dönmekte devam edemeyecek, bu oyunlar artık bu diyarda sökmeyecektir. İttihat’ın çanına ot tıkamak zamanı barış ile beraber gelmiş olacaktır. Yarının yönetim biçimi, yahut hükümeti kolunu dağlara kadar eriştirip yeraltlarına kadar ulaştıracak, bu yaratıkları ister dağların doruğunda barınmış, ister kovuklarda sinmiş bulunsun, Osmanlı sınırları içinde kaldıkça tutup tutup mahkemelere sevk edecektir.”

Nur içinde yat e mi Refii Cevat Ulunay! Bu “garip” memlekette dolaplar durmaksızın döner, “kumpas”lar ansızın keşfedilir ve İttihat için gerekliyse mahkemeler toplu “beraat” mercii oluverir.

Ve saldırgan bir savaşı ihdas edenler, yasadışı hareketlerinden ve güttükleri siyasetten dolayı saltanat ve milleti bugün “biz temiziz!” dedirtmeye mecbur edenler ve onların elleri, elebaşları ve aletleri kimlerdir? Bunlar, onlar değil mi?

Kimdir o millet kurtarıcısı,  ki hep uyguladığı gibi, arkadaşlarına (yaptığı) gibi ihtilal ve isyan silahıyla kanunları parçalamış, iradeleri yırtmış zor gücüyle meydana çıkmış, mağrur ve mütehakkim: “Türkü kurtaracağım!” diye haykırıyor. Şu “Ülke ve millet yararına aykırı olarak girilen” savaşlarda bugün kurtulacağını iddia ettiği kuşakların yarısını keşke o zaman Enver’in emri altında Almanlar emrinde sorumsuzca ve hesapsızca harcayıp tüketmeseydi! Kimdir şu konuşmacı ki kürsüden halka: “Sizi biz kurtaracağız!” diye bağırıyor, dün “Almanlar, Talât’lar kurtaracak diyen de oydu; kimdi şu gazeteci ki halka “Fazilet bizde, hamiyet bizde, hak bizdedir!” diye yazıyor; o adam ki daha dün savaş zamanının her kanlı kötü işlerinde parmağı vardı; kimdi şu mebus ki “Alnım açık, mazim temiz, vicdanım saf!” iddiasında; halbuki tehcir peşinde o, taktil ardında o koşar, mazlum kafilelerine o kösemenlik ederdi, kimdi şu ricali devlet ki kandan nefret eden, adalet yanlısı, fazilet seven; bu değil miydi ki masumların idamını imzalardı, kimdir bu güzel ahlâklı gençler, kimdir bu karakteri ışık saçanlar, kimdir bu müstesna vatan evlatları?

Şimdi bir parantez açalım: Yazar “taktil” diyor. Yıllardır İttihatçılar bu kelimeyi “vuruşma, muharebe” diye çevirir. “Türkçeleştirilmiş” dilimizde artık “vurgu, kesme” gibi işaretlerin yeri olmadığı için pek “kıtal” kelimesinden türeyen “taktil” ile, “katl” kökünden türeyen “taktil” farklıdır. İkincisi, ki yazarın kullandığı budur, “çok öldürme, toplu öldürme” anlamınadır. Yani “kırım” yapmak, yani “soykırım!” Sağ ve sol cümle İttihatçılar, dikkat ediniz, birinci anlama “sadık”tırlar.

Onlar bizim bildiklerimiz değil mi? Milli tüccar olup kanımızı … emdiren … beyler, çeteler yapıp tebamızı satırdan geçiren sergüzeştler, ceplerindeki altınlarını namus ve ırza saldırmak için desteleyen uşaklar; damatlar asan, padişahlar süren şerefli devlet adamları, bunlar onlar değil mi? Harp çığırtkanları, harp kasapları, o 31 Mart sorumluları, o asi ve aldatma meraklıları, o mukaddesat düşmanları, bütün onlar, bunlar değil mi?

31 Mart 1909”, İttihatçıların ayaklanan “gerici”leri tepeleyip “hürriyet” getirdiği tarih değil mi? Selanik’ten İstanbul’a ordu intikâl ettirip “yönetime el koymak” suç mu idi ki yazar “13 Mart sorumluları” diyor?

Elimizde artık ne Roma imparatorları gibi saltanat sürecek Suriyeler, ne “Napolyon” ordusu gibi buz sahralarında kırılıp tükenecek fazla halk, milli borç diye … kaptıracak bol paramız, ne de kan dökücü kasaplara boğazlatacak gönüllü neslimiz var. Siz onları isteyen, onlar gibi yapmak isteyen, onların yavruları değil misiniz?” diye sesleniyor.

Size sesleniyor ey “sağcılık-solculuk” oynayan güncellenmiş İttihatçılar, sizler suçlarından ötürü kaçmış, yargılanmamış Enverlerin, Talâtların devamı değil misiniz?

Talât Ulusoy- 8 Nisan 2014

DÜŞMAN KARDEŞLER

 Güncelleme-6

Sararmış sayfalara bakmak, o gün yazılanlarla bugünü kıyaslamak, yüzleşmeye uzak duranları, özellikle İslâmcı-milliyetçi ve ulusalcı-laikçi düşman “kardeş”leri, acaba İttihatseverlikten biraz olsun uzaklaştırır, yüz yıldır karartılan hafızalarını “hakikat ve adalet”e yaklaştırır mı?

Meselâ Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra (30 Ekim 1918) Osmanlı İslâm toplumunda soykırım ve savaş suçlarına karşı yükselen sesler vardır ve az değildir. Yani cümle Osmanlı İslâmları İttihatçı değildir, “Çanakkale Destanı” ve “Sarıkamış Zaferi” türküleri çığırmıyordur.

Buna örnek, 25 Kanunuevvel 1919 (7 Ocak 1920) tarihli “hain” Alemdar gazetesinden Refii Cevat (Ulunay) imzalı başyazıdır. “Mütareke basının hain kalemi” sürgünden dönmüş ve gazetesini yeniden yayınlamaya başlamıştır. “Devrimci” İttihat Terakki’yi değil, “hain” Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nı desteklemektedir.
Refii Cevat’ın “Yeni Çevirme Harekâtı” başlıklı başyazısı şöyle (Günümüz diline aktarılmış, çok az kısaltılmış, yer yer kıyaslama yorumları ve parantez içi italiklerle açıklamalar eklenmiştir):

Yeni Çevirme Harekâtı

“İttihatçıların yeni çevirme hareketlerinin doğal olarak artık herkes farkına varıyor. Bu çevirme hareketlerini; şu kelimeler, şu cümlelerle özetleyelim:
Vatanseverlik, mili birlik, dışarıya karşı güçlü bulunmak gereği. Millete dayanan bir hükümet gereksinimi… Anlaşmazlıkları bırakalım. Karşımızda amansız bir kuvvet var…”

Sanki bugünü özetlemiş, değişen ne var? Bugün de siyaset aynı sözcüklerle yapılıyor ve aynı “hamaset” ile oy toplanmıyor mu? Başyazar bu dolapları yutmayın diyor:

“Bütün söylenen sözler bunlardan ibarettir. Ve bu kelimelerin altında gizlenen kirli emelleri, o kadar güzel anlıyoruz ki milletin bir daha böyle dolaplara düşmemesi için gereken doğru yolu göstermeyi bir görev sayıyoruz.”

Anlaşılan, “kahraman” Enver ve Talât paşaların, “devrimci” İttihat ve Terakki’nin “kirli emelleri” karşısında Osmanlıları uyaran bir “aykırı-hain” ses varmış o zamanlar, ne güzel!

“Ateşkesten sonra bu memleket artık İttihat ve Terakki yönetimine ve onun rezaletine katlanamadığı için bu duruma doğal olarak son verildi. İttihatçılar evvela canlarına kıydıkları mazlumların, yıktıkları hanelerin, mahvettikleri ailelerin, çaldıkları paraların intikamı alınacağı, hesapları sorulacağını zannederek titrediler.”

Dikkat: İttihatçılar sadece “vatan kurtarıcı” değilmiş, “hırsız” ve “katil”miş, insanlar İttihatçılardan kurtulmak istemiş! Yani toplumda bu görüş var.

Suçlular Güçlüdür Bu Memlekette

“Gelen hükümetler, milletin derdine deva olacak hiçbir şey yapmadı. Divanı Harpler, gazetelerde eğlenceli birer yazı dizisi gibi oldu. Herkes uzun uzun yargılamaları okumakla tatlı tatlı vakit geçiriyordu. (Gel de Ergenekon ve Balyoz davalarını hatırlama) Bu süre içinde Ocak (Türk Ocağı) yavaş yavaş çıtırdamaya başladı. Birkaç ay evvel, İttihatçı olduklarını söylemeye bir türlü dilleri varmayanlar gün geldi ki artık sokak ortalarında İttihatçılıklarını bağıra bağıra söylüyorlar…”

Evet, 1918’de ateşkesten sonra İttihatçıların kimi kaçar, kimi saklanır ve yakalananlar “Harp ve Ermeni Kıtâli” suçlarından “Divanı Harp”te yargılanmaya başlanır, sesleri çıkmaz olur. Ta ki seçimlere kadar. 1920 Ocak ayında seçimler sırasında Türk Ocağı’nda kazan kaynatmaya, seslerini çıkarmaya başlarlar.

1912 Sopalı Seçimleri”nden beri zenginleştirdikleri yöntemlerle bu seçimlerde de sınırlı sayıdaki “ikinci seçmen” üzerinde (seçimler iki derecelidir) baskı kurarak, İstanbul dışındaki illerden adı pek bilinmeyen İttihatçıları seçtirip meclise yollarlar.

“Seçilen, daha doğrusu atanan mebuslar vaktiyle toplayıp biriktirdikleri entrikalı servet yığınlarının üzerinden gururlu ve mütebessim atlayarak … kan çukurlarının yanından aldırmaz ve mütebessim bir halde geçerek sevinçli ve övünçlü bir halde geldiler… Bir kere İttihatçı olmak üzere tanınmışlardı. İkincisi bütün savaş yıllarında Alman şakşakçılığı yaparak, Talât hükümetine dalkavukluk ederek geçinmişlerdi…”

İttihatçı olarak tanınmak, demek ki, bir zaman için “kötü” bir şöhret olarak bilinmiş. Alman şakşakçılığı, Talât dalkavukluğu da öyle…Ya bugün? İktidar milletvekilleriyle, Ergenekon mahkûmu Talât Paşacılar kol kola geziyor!

“Bu milletin onuruna acı bir tecavüz, memleketin duygularıyla ağır bir alaydı adeta: İşte görüyorsunuz ki, biz memleketi mahvettik, çaldık, yedik, sattık, savdık, kırdık, geçirdik. Bize İttihatçı derler. Her zaman kuvvetliyiz. Her zaman seçiliriz. İstersek iktidara da geliriz. Millet bizim elimizde bir oyuncaktır. Ne istersek o olur, demektir.”

Anadolu’da astığı astık, kestiği kestik bir halde dolaşan İttihatçılar, İstanbul seçimlerinde seçtirdiği “gizli” İttihatçıların aslı esası Alemdar tarafından sergilenince tepkiler artar:

“Doğal olarak buna ne kamuoyu, ne de millet tahammül edebilirdi. Bir aldatmacadır başladı. Kıyamet koptu. Herkes bir türlü bastırılamayan hırsını, kinini ortaya atıyor, derdini döküyordu. Hâlâ mı?”

İttihatçı belâsı defedilmeden barış ve huzur gelmeyeceğini gören Hıristiyan vatandaşlar çok yerde seçimlere katılmaz. İslâm millet seçmenleri de “hâlâ mı” diye çıkışınca, İstanbul’da İttihatçılar geri adım atmak zorunda kalır.

“İttihatçılar hiç ümit etmedikleri bu tepki karşısında kalınca başka türlü bir çürüme hareketiyle örtmek istediler. Kimisi İttihatçı olarak tanınan bir iki şahsiyetin istifasını istedi. Kimisi seçilen mebusların arasına muhalefette tanınmış bir iki sima alınmasını önerdi…”

Nitekim İstanbul’un sevilen siması, İttihat-Terakki muhalifi Baro Başkanı Lütfü Fikri Bey’i de bu amaçla İttihatçı listeye koyarlar, ama Fikri Bey durumu fark edince istifa eder. Bunun üstüne İttihatçılar “din, iman, vatan, millet” ipine daha sıkı sarılır.

“Ahmet Ferit Bey (Türk Ocağı kurucusu, ilk genel başkanı, Cumhuriyet’in ilk içişleri bakanı) yeni bir çevirme hareketi yapıyor. Karşımızda imansız bir düşman olduğunu ileri sürüyor ve hak yolunda görünerek bizi uyanık olmaya davet ediyor. Bu imansız kuvvet karşısında birleşmiş bulunmak gerektiğini ileri sürüyor. Ferit Bey’e ve fikirlerine bir kelime ile cevap vereceğiz. Bizler için, Osmanlılar için, Türkler için, Şark için, Garp için velhasıl bütün dünya için bir tek imansız düşman vardır: İttihat ve Terakki! Başka düşman bilmiyoruz.” Yazı bitti.

Kıssadan Hisse

Refii Cevat Bey “hain”dir, çünkü İngiltere ile iyi ilişkilerden yanadır. Ama İttihatçı ölçülere göre İngiltere ile dost olmayı istemek “ihanet”, Almanya ile dost olup memleketi savaşa sürüklemek “kahramanlık”tır! Bizim “İttihatçı düşman kardeşler” bu konuda “dost” oluverirler ve bu saçmalığı görmezden gelirler.

R. Cevat Bey “hain”dir; çünkü Hıristiyan, Müslüman, Musevi ve diğer Osmanlı vatandaşlarının anayasal bir düzen içinde bir arada yaşamalarını savunur, savaşa karşı çıkar. Osmanlı İttihatçıları onu sürgüne (1914-1918) yollar. Cumhuriyet İttihatçıları da aynı yolu izler ve Refii Cevat on dört yılını daha (1924-1938) yurtdışında sürgünde geçirmeye mecbur edilir.

R. Cevat’ın “hain” ilân edilmesini gerektiren başka suçları da vardır: Savaş suçluları yargılansın, der yazılarında, “Ermeni Taktili” vardır, der! Meclise doldurulan savaş ve soykırım suçlularına itirazı vardır. Toparlanıp Malta’ya sürülen (16 Mart 1920) suçlu İttihatçı mebuslarla dolu olan, kitaplarda “emperyalist işgalciler Meclisi Mebusanı bastı, kapattı” denilen meclis bu meclistir ve padişahın fesih iradesiyle ancak 11 Nisan’da çalışmasını keser.

Nasıl Çıkar Karanlıklar Aydınlığa

Yüz yıldır siyasal ve toplumsal hayatın “ferah”a çıkmamasına sebep “Savaş ve Ermeni Soykırımı” suçlusu İttihatçılardır . Eğer, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri bir türlü demokrasiye erişemediysek yolumuzu kesenlerin kimler olduğunu görebilmek gerek.

R. Cevat yüz yıl önce bunu görüyor: “Bir tek imansız düşman vardır: İttihat ve Terakki!” Cumhuriyet’te bu cümleyi kurmak yasaktı. Bugün “serbest”!

Serbest değil! Bugün iktidarın ve baraj derdi olmayan iki “düşman kardeş”nin “suç ve suçlu”yu resmen ve sınırsız “övme” hakkı var! Oysa üzerinden yüz yıl geçse de, “hakikat ve adalet” için İttihatçıların yargılanması gerek. Bu yapılmadan “serbestlik” sözü edilemez. R.Cevat sürgünden döndükten sonra, sürgün öncesinde yazdıklarını yazamadı, İttihatçıların ne mal olduklarını halka anlatamadı. Yasaktı.

24 Nisan’da düşman kardeşlere bir bakın, “Ermeni Soykırımı”nın inkârı ve; Talât ve Enver’li İttihat Terakki aşkıyla nasıl sarmaş dolaş olacaklar!

Talât Ulusoy- 01.04.2015

Yüzleşme Mekanları-1: ESİR HANLARI

Eğitim yoluyla bulaştırılan “özcülük” hastalığının en açık belirtisi “biz” özneli ifadelerdedir:

– Biz esir ticareti yapmadık, yapmayız!
– Siz kimsiniz?
– Biz Müslümanlar, biz Türkler!

Biz asla “öyle şeyler” yapmayız! Konu “öyle şeyler” olunca ikircimsiz bütün “Türk-İslâm” milletine kefil olan kişi, dönün bakın apartmandaki kapı komşusuyla kavgalıdır! “Yaramaz herifin teki” der lâf açıldığında, “her kötülük beklenir ondan!” Hele muhabbet konusu siyaset ise, “öteki” partinin alayı “hırsız”dır! Her “Ermeni …” sözü geçtiğinde “biz öyle şey yapmayız” diye fırlayan aynı kişi değildir sanki!

Bunun kökü, yedi yüz yıllık “millet hakime” kültüründe yatar. Sarayın, köşkün, konağın efendilerinin cümle İslâm milletine de bulaştırmayı farz bildiği “kibir”dir ve “zorunlu milli eğitim” ile şiddetlenen ve süreğenleşen bir haldir. Oysa kibir “günah”tır! “Biz, Türk-İslâm asıllılar, öyle şeyler yapmayız” demek “günah”tır.

İzmir’de, tarihi Kemeraltı’nda “saklanmış” bir han vardır, yüzüne bakan tanımaz. Adını sorarsan “Esir Hanı” der çevre esnafı. İyi ama, bu han niye “Esir Hanı” diye tanınır? Ama “on altı devlet yıkmış” milli ve dini tarihte “kölecilik” yazmaz!

“İnsani” İNSAN TİCARETİ!

“19.Yüzyıl sonlarına doğru “esir” isminin han için kullanılmaması, adından gelen fonksiyonu da yitirdiğinin belirleyicisiydi… Daha önceki yıllardaysa, esir ticaretiyle yapının ün sahibi olduğu, imparatorlukta 1854 yılından sonra bu ticaretin yasaklanmasıyla önemini kayıp ettiği de söylenebilir…” (Prof.Çınat Atay, İzmir Hanları, s.147, İzmir BŞB Kültür Yayını 2003) “

Demek ki, vakti zamanında bu handa “insan ticareti” yapılmış! Tarih 17. Yüzyıl sonları, 18. yüzyıl başları diye kestirildiğine göre, en azından iki yüz yıla yakın irice bir zaman diliminde “esir alınıp satılmış” bu handa. Esir ticareti Tanzimat’tan sonra Sultan Abdülmecit tarafından 1854’te resmen yasaklanmış!!! Eee, olmayan bir şey, yapılmayan bir ticareti padişah niye yasaklasın?

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa suresi) Kölecilik yok değil, “köle”ye iyi davranmak var! “Biz” Amerikalı “beyaz” adamlar gibi “kötü” davranmadık denilse bir dereceye kadar kabul, ama bu yapılmıyor, külliyen yalana sarılmak “milli görev” olmuş. Ya da “biz sadece hizmetçi ve cariye olarak köle kullandık” yalanı…

SARARMIŞ RESİMLERE SOR!

Cariye, hizmetçi bir yana, özellikle Ege ovalarına büyük çaplı pamuk üretimi için çok sayıda Afrikalı “köle” getirilmiştir. Delili mi? Hâlâ İzmir’in Söke, Torbalı, Bayındır ilçelerindeki “siyahi” köyleri… Yörede onlara “Arap” denir, neden ki?

Anlatan bir “siyahi”, bir “köle” kökenli, Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği başkanı Mustafa Olpak: “Bize neden Arap dediklerini de yıllar sonra öğrendim. Hacca deve yoluyla gidildiği dönemde, konu komşuya Hacca gittiğinin kanıtı olsun diye orada siyah çocuklar kaçırılıp getirilirmiş. Onların hepsinin nüfus kağıtlarında doğum yeri Arabistan yazar. Arabistan yarımadasında siyah yoktur ama bu yüzden Arap kalmış siyahların adı. Bafa, Milas, Söke bölgesinde dedeleri böyle getirilmiş binlerce kişi var…” Dernek adındaki Afrikalılar “bizim Afrikalı”lar, eski kölelerin Türkleştirdiğimiz (!) “özgür” çocuk ve torunları! Siyahi Afrikalı köleleri Anadolu’ya getiren Osmanlı’ya, onlardan “beyaz Türk yurttaş” devşiren Cumhuriyet’e ne kadar minnet duysak azdır!!!

İzmir Kent Kitaplığı tarafından yayınlanan “Eski İzmir’den Anılar” kitabında Şehabeddin Ege anlatır:

“Yalan inanç olan zenci alışkanlıklarından bizce tanınmış olan belli başlısı, her ilkbahar mevsimi İzmir’de yaptıkları dana bayramlarıdır… Bolluk bereket, eğer dana bayramı yapılmazsa, inanışlarına göre olmazdı… Bolluk ve bereketi getirecek olan buzağı ise kutsaldı. Dana bayramını ruhani bir kendinden geçme ve coşku içinde yaparlar ve volkan gibi ateş fışkıran iri dudaklı ağızlarına yanmış ateş alanlar, kızgın şişleri göğüs, burun ve avurtlarına sokanlar, yalın kılıç ve hançerleri bedenlerine saplayanlar olurdu…”

Bu “doğru inanç” içine bir türlü girmeyen “İslâmlaştırmadıklarımız”, kıyamet kopsa gelir her Mayıs’ta Eşrefpaşa Bayramyeri’nde toplanırlar bayramlarını coşkuyla kutlarlardı. Semtin adı Ramazan’dan, Kurban’dan değil, taa Afrika’dan Nijerya’dan, Sudan’dan, “dana”dan gelir. Egeli siyahiler “resmen” kullanmalarına izin verilmese de, “Dana Bayramı”nı bugün de coşkuyla kutlar.

GÖLGEDEKİ İTİRAFLAR

Pamuk üretimi, hac delili, saray-konak hizmetkârı ve benzer gerekçelerle çok “köle” getirilmiştir bu topraklara. Bakın, objektifine insanların da takıldığı eski fotoğraflara bakın, siyahi insanlar göreceksiniz. Özellikle İzmir fotoğraflarında… Gördükleriniz ya “azat” edilmiş “işe yaramaz” yaşlı köleler, ya da hâlâ çarşı-pazar işlerine gönderilen “ev-içi” kölelerdir.

Osmanlılar Müslüman yapmak için kimseyi zorlamamıştır! Peki küçük yaşlarda toplanan Hıristiyan çocuklarına ne demeli? Çocuk kaçırmadım; tellâl ünlettim, sekiz yaşından küçük, yirmi yaşından büyük olanları ailelerinden koparmadım ve hatta ailelerin rızasıyla aldım demek, kurtarmaz! Padişah, paşa, bey, ağa hem “köle”si yapmak, hem de “kitaba uysun“ diye Müslüman yapmak için insanlara zor kullandı. Milleti Hakime’nin tepesindekiler bütün Milleti Hakime’yi, yani İslâm-Türk milletini “biz” üzerinden suç ve günahlarına ortak ettiler, ediyorlar.

Hiçbir delil ikna edici gelmiyorsa, Şemseddin Sami’nin 1876 baskısı Kamus-u Türki adlı sözlüğüne başvurun; orada yer alan “esir sosyolojisi” kapsamındaki onlarca kelime gökten mi indi?! Sadece iki örnek: Cariye, Akçe ile satılıp alınan hizmetçi kız. Esasen harpte esirliğe giriftar olmuş (savaşta esir düşmüş) veya sahibi evveli (ilk sahibi) tarafından satılarak muameleyi zevciye (eş olarak) alınmış kız; Celebdan, Vaktiyle sürüyle esir sevk (önüne katıp götürmek) ve esircilere füruhat eden (satan) eşrefi mahlukat tüccariyesi (insan ticareti)…

İslâm’da insanı köleleştirmek şiddetle yasaklanmış! Ya Hu, bir Afrikalı “siyahi”yi, Balkanlar ve Kafkaslar’ın bir Hıristiyan çocuğunu hür olarak yaşadığı topraktan söküp getiren, alıp-satan sen değil misin? Bu nasıl bir “yasak”? Burundan kıl aldırmayan savunmalarla karşılanır böyle sorular:

– “Öyle de olsa, İslâm “kölelik” müessesesini getirmemiş, sadece köleler lehine daha insani ve vicdani yumuşatmalar yapmıştır…”

Bu sözler “itiraf” değil de nedir? Hem “köleler lehine” yumuşatmalar yapacaksın, hem de sende “kölelik” kurumlaşmış olmayacak? Kurumlaşmanın daniskası, en inceltilmiş hali!!!

– Sahip (efendi, bey, paşa) cariyeyi hamile bırakırsa, doğacak çocuk ”özgür” olacak! Üstelik bu cariye-anne artık alınıp satılamayacak!

Gördünüz mü “Milleti Hakime” adaletini? Amerika’da kölenin çocukları da köle olurdu, Osmanlı’nın yaptığı bu “insani” yanlarıyla Amerikan köleciliğinden ayrılırmış!

HEM HADIM EDER ADAMI, HEM VEZİR EDER!

Harem ağası için; saray ve konaklarda harem bölümünü korumak ve türlü hizmetlerini görmekle yükümlü olan “hadım edilmiş siyahi” tanımı yapılır. Hadım etmek, enemek kelimesi Osmanlı dünyası dışından mı Türkçe’ye bulaştı acaba? Kamus-u Türki pek net açıklamış “hadım” kelimesini: Aleti tenasülü kat olunmuş (üreme organı kesilmiş) erkek.
Haremağası deyip geçmeyin! Kolay değil, türlü eğitim ve rütbeleri aşıp yükseliyorlar. En yükseğe erişeni kızlarağası oluyor. Kızlarağası padişah ve sadrazamdan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda en yüksek rütbe. Evet, evet! Cümle beylerbeyinden, cümle paşadan da yüksek! Gördünüz mü Osmanlı’nın farkını, hem adamı “hadım” ediyor, hem de “vezir”! İyi ki Osmanlı’da kölecilik uygulaması kurumlaşmamış , bir de kurumsallaşsaydı (müesseseleşseydi) var ya!..

İzmir’de “Esir Han” gibi unutulmamış, gün boyu dolup taşan pek meşhur bir han var: “Kızlarağası Hanı”. Oysa burası da bir “esir”in hanı. Hanı yaptıran Kızlarağası Beşir Ağa, “azat” edildikten sonra, han yerine bir köşk, bir saray da yaptırabilirdi kendine; “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı, içinde salınan yar olmayınca” diye hayıflanmış, han yaptırmakta karar kılmış olmalı!

Ya Hu, ya Allah’ın garip kulu, gündemin bu kadar yüklü olduğu şu günlerde nereden çıktı bu garip muhabbet, demeyin. Bakın, geldi çattı 2015! “Özcülük” bu 2015’te “tavan” yapacak! Hattâ “Bizim en kötümüz başkasının en iyisinden iyidir” diyebilen bir meclis başkanı özcülük çıtasını en yükseğe taşıdı bile. Bu söz, bir Türk’ün, bir Müslüman’ın yaptığı ve yapacağı her kötülük “yargısız beraat” alır hükmünün ilâmı değil mi?

Her şehrin “esir han”ları vardır. Bunlar görülüp gösterebildiği gün, hiçbir suçlu cezasız kalmaz!

Talât Ulusoy
18.01.2015

Güncelleme 3: Tek Yumurta’dan Menemen

Atatürk tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (SCF) kurması emredilen Fethi Okyar da, partinin ikinci adamı Ahmet Ağaoğlu da “Malta sürgünü”dür. Yani “Ermeni Soykırımı”na katılmaktan Divanı Harp’te yargılanıp mahkûm olmuşlardır. İttihatçı Cumhuriyet, bu “mahkûm”ların itibar gördüğü düzenin esas adıdır.

İttihatçının muhalifi de İttihatçı olmalıdır, yoksa daha doğmadan ölüme mahkum edilir. İttihatçı Cumhuriyet “demokrasi”sinde ancak “tek yumurta” ikizlerine, üçüzlerine,.. bir yere kadar hayat hakkı tanınır. Bu nedenle, CHF’nin (Cumhuriyet Halk Fırkası) “tek yumurta ikizi” SCF, beş aylık kısa ömrünün ardından ikizinin emriyle hayatına son verir.

“Menemen Olayı”ndan bir hafta sonra Meclis’te konuşan başbakan İnönü’nün ardından (bkz. Güncelleme-2), bir söz de Ağaoğlu alır. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın “tek yumurta” ikizi Serbest (Liberal) Cumhuriyet Fırkası’nın yani “ana” muhalefetin ikinci adamı kim bilir İnönü’ye neler söyler?

Ağaoğlu’ndan Uygar Eleştiri!

Değerli arkadaşlar, asıl konuya geçmeden önce İsmet Paşa Hazretleri’nin burada yaptığı açıklamadan dolayı duygularımı belirtmeme izin veriniz. Ben bu açıklamayı büyük bir aşkla ve derin bir saygıyla dinledim, önünde derin bir aşkla eğilir ve saygımı belirtirim…” (TBMM Tutanaklar, 1 Ocak 1931 on yedinci birleşim) Nerde günümüzün İslâmcı veya laikçi Enver, Talat ve İttihat severleri arasında bu saygı!

Paşa Hazretleri’nin buyurduklarını bendeniz iki kelime ile özetledim. Paşa Hazretleri’nin dedikleri şudur: Vatandaşların özgürlükleri sağlanacak, azgınlar, bunu bilmeyeııler ezilecektir… Bunu; derin ve büyük bir saygı ve bağlılıkla kaydeder ve önünde saygıyla eğilirim…” (koyulaştırmalar bana ait) İttihatçılar sadece birbirlerine saygılı değil, aynı zamanda birbirlerine bağlıdırlar. Nerede şimdi o eski İttihatçı bağlılığı?!

Bu gün kamuoyunun herkesin az çok aşırılığa doğru yürüdüğü bir zamanda vatandaşların özgürlüklerine uyulacak, vatandaşların özgürlüğü korunacak, yalnız azgınların başı ezilecek, yolundaki söz ülke sorumluluğunu ve cumhuriyetin savunmasını eline alıp savunan bir usta devlet adamına lâyık bir sözdür. Ayni zamanda basına karşı, itiraf ederim, basının bütün taşkınlıklarına rağmen fazla bir önlem, olağandışı bir önlem alınamayacağını açıklamaları…” Her sanatın ustası olur ama, itikadım odur ki, siyaset sanat değildir ve siyasetin ustası olmaz! “Olur” veya “oldum” deniliyorsa aldanmayın, dikkat edin, olan bir başka şeydir.

Şerbetli Türk
Efendiler bilirsiniz ki Başvekil Paşa Hazretleri’nin buyurdukları gibi; yüz elli seneden beri bu Türk millet uygarlığa kavuşmak için kendisini yok oluştan kurtarmak ve uygarlık anlayışı amacında gelişebilmek için uygarlığın doğru yoluna kendisini atmıştır. Fakat karakteri ayni özellikte, ayni hamurdan yapılmış bir takım heyulâlar onun karşısına çıkmaktadır. Üçüncü Selim’den beri, İkinci Mahmut’tan beri gelip giden bütün Derviş Vahdetiler, Kabakçı Mustafalar, bu günkü Şeyh Mehmetler hep ayni özellikte, ayni hamurdan yapılmış insanlardır…” Bu sırada salondan biri bağırır: Hiç birisi Türk değildir. Türkleri bunların dışında tutarım! Ağaoğlu devam eder:

Türk mü, Türk değil mi nedir, bilmem; fakat memlekette bu gibi adamlar vardır. O kadar var ki bir Türk subayını öldürmek faciası, bir Türk şehrinde yapılmıştır. Bunu kimse inkâr edemez…” O günlerde İttihatçıların işi başından aşkındır: Gericiliğin kökü kazınacak herkes “laik” yapılacaktır; Kürt, Laz, Çerkez ne varsa Türk olacaktır; komünistlik, liberallik, muhafazakârlık gibi aykırı düşünceler kafalardan temizlenecek, herkes “Kemalist” olacaktır… “Serbest” sıfatına bakıp da muhalefet partisinin “liberal” olduğu, bu fırkanın önde gelenlerinin de pek farklı düşündüğü sanılmasın. O zamanlar gerçek liberallik “ahlâksızlık ve hainlik” olarak görülür. Ancak İttihatçıların iktidarını destekleyenler, “serbestlik” taraftarıyım diyebilir ve küfür yemez.

Bunu kim yapmıştır? Doğal olarak Türk değilse de Türk tabiiyetinde… insanlardır. Bunlar sürekli böyle Türkün önüne çıkmışlar ve sürekli bu konuda Türkün gelişimine engel olmak istemişlerdir ve kesintisiz hareketleri sonucunda Türkü bir kat daha güçsüz düşürmüşlerdir. Fakat bu günkü olayın diğer bir belirtisi daha vardır ki o belirti üzerinde bütün arkadaşlarım ve Başvekil Paşa Hazretleri de durdular. Bunun üzerinde bir daha durulması, kalınması gerekir. O da bu faciayı görüp de umursamaz ve seyirci kalan halkın ruh halidir” Görüldüğü üzere iktidar da, muhalefet de teşhiste birleşiyor: Suçlu Menemen halkıdır!

Proje Ortaklığı

Aslında bu bir teşhiste birlik değildir. Suçlu olaylardan önce belirlenmiştir. Suçlu Cumhuriyet Halk Fırkası’na (partisine) oy vermeyen Menemen halkıdır (Bkz. Güncelleme-2). Bu “suç”u işleyen pek çok il ve ilçe vardır. Devlet eliyle öyle bir “tedip” (terbiye) uygulaması yapılmalıdır ki, herkese ders olsun!

Hakikaten bu, o kadar acıklı bir ruh halidir ki ve o kadar adi bir şeydir ki insan bunu duyduğu zaman şahsen mahcup bir durumda kalıyor, yerin dibine girmek istiyor. Çünkü biz hepimiz bu memleketin adamıyız, bu memleketin içinde, bir şehrinde adam boğazlanıyor. O da kim? Subay, öğretmen yani memleketin maddî ve manevî gelişmesi görevini üzerine alan bir genç, o kadar kalabalığın ortasında boğazlanıyor… Hatta onaylayanlar bile çıkıyor. Efendiler; korkmak gereken asıl bu olaydır. Halkta, insan kitlesinde varlığı bu gün keşfedilen bu ruh hali karşısında, ben kendi nefsime, kendimi çok küçülmüş bir vaziyette gördüm ve bu kitle sorumluluğunun, manevî sorumluluğun bir kısmının da bana geldiğini hissettim…” Halkın “ruh hali”ni tespit etmek için yapılmış bir projenin uygulama sorumlusu gibi konuşmaktadır iktidarı da muhalefeti de.

Ben kendimi örnek olarak gösteriyorum ve diyorum ki bu memleketin aydın zümresi düşünürü, yazarı; öğretmeni, bilim erbabı, gazetecisi, özetle bir ülkenin aydın denilen bölümü görevini yerine getirmemiştir… “ İttihatçı Cumhuriyet yapısının iki ağır işçisi vardır: Subay ve öğretmen! Bir de İttihatçı Cumhuriyet projesinin büyük eseri “Diyanet” yapısındaki “nefer”lerin hakkını yememek lâzım. En azından “susarak” ortaklıklarını göstermişlerdir. Bu üçünün içinde ve dışında İttihatçı Cumhuriyet’in “proje ortaklığı“nı kabul etmeyenlerin, “görev eri” olmayanların başına neler gelebileceğine örnek Nazım Hikmet’tir.

Bu bakış noktasından diyorum ki ben sorumluyum… Efendiler, Cumhuriyet, inkılâp baştan başa bir dindir, bir imandır. ( Ona şüphe yok sesleri ) . Bu dinin, bu imanın bir kitabı olacaktı, bir ibadeti olacaktı, dahileri olacaktı, inananları olacaktı, Cumhuriyetin erdemlerini, düşüncelerini topluluk arasında geceli gündüzlü çalışarak yayıp duyuracak, bu cahil topluluğu yürütecek adamlar olacaktı…” İttihatçı Cumhuriyet, iktidarı ve muhalefetiyle; silahlı ordusu, eğitim ordusu ve “diyanet” ordusuyla bir “yeni din” kuruyor, Menemenli buna “kötü örnek” oluyor! Suç büyük.

Osmanlı Bankası

İşte bu alandaki görevlerimizi görmedik. Bu alanda sorumluluğumuz vardır… Bunu eğer biz burada ve o mübarek şehidin ruhu önünde itiraf eder ve günahımızı itiraf ettikten sonra da uyanır, yanlıştan dönersek ve Cumhuriyet ve laiklik imanına karşı her aydın kendi üzerine düşen görevi yerine getirirse… o gencin o yüksek adamın kanı boş yere gitmemiştir. Bundan ötürü Devletin, Hükümetin aldığı kararlarla beraber Hükümetin yanı başında bu memleketin aydınlarına büyük ve hatta Hükümet görevinden daha büyük bir görev düşüyor…”

Ahmet Ağaoğlu’nun hükümetin başına karşı böylesine “aşk” dolu olması yanlış anlaşılmasın, bu “tek yumurta ikizi” olanların “fıtrat”ında vardır. Bu “kara” sevdaya, “Yok birbirimizden farkımız, hepimiz İttihatçıyız” sloganı denk düşer. İttihatçı Cumhuriyet’in siyaset “usta”larının yoktur birbirinden farkı, alayı 1915’te Ermeni mallarının üstüne oturulduğunu inkârdan gelir.

Türkiye Cumhuriyeti, doksan iki yıldır “demokratik cumhuriyet” olamamıştır. Buna sebep sadece “askeri vesayet” ve “kumpas kurbanı askerler” değildir. Yüz yıllık “suç ortaklığı”dır! Her sıkışan “sivil” İttihatçı “asker” İttihatçı”ya koşar!

Ancak bu “suç”un inkâr edilmediği ve “suçlu”ların övülmediği gün, artık “Yeni Türkiye”den söz edilebilir, sanıyorum.

Mutlu Mesut Ermeni

Ermenilerin çektikleri 1915’te başlayıp bitmedi. Nisan 1915’te ile başlayan “Yüz Yıllık Harekât Planı” dır. O “lanetli” başlangıcın bu yıl doksan dokuzuncusunu “idrak” ettik desem yalan olur. Ne 1915’i ve ne de 1915’in zihniyet ve kurumlarının hâlâ yaşamakta olduğunu görebilmiş değiliz.

Müslüman olmayanlara uygulanan zulmü  anlamış gibi görünenlerde bile; “ama onlar da bize yaptı”,Osmanlı saltanatında olan olmuş, Cumhuriyetimiz tertemiz”; “1915 Bir avuç İttihatçı’nın suçu” ya da “Harekât Planı’nı Almanlar hazırladı, İttihatçıları kullandı” deyip rahatlama eğilimi yaygın. Bu rahatlık insanı yüzleşip “özür” dilemeye değil, daha çok “mazeret” üretmeye götürür.  “Mazeret”ler yüzleşmenin arkasından dolaşıp kaçmanın kapısını açar. Neden?

Hitler Hayatıyla Ödedi, Ama Talat Kahraman

Çok basit: Nisan 1915’te uygulamasına geçilen plan, Hitler’in Yahudilere uyguladığı soykırımdan farklı olarak “tam başarı” ile uygulanmıştır ve doksan dokuz yıldır “güncellenerek”  yürütülmektedir. “1915 Zaferi” İttihatçı Cumhuriyet’in temelidir ve o “zafer”in dersleri kesintisiz uygulanmıştır, uygulanmaktadır.  En son örneklerini hatırlamak yeter: Rahip Santaro, Zirve ve Hırant Dink cinayetleri. Bunlar; ne Almanların, ne de sadece Ergenekon Çetesi’nin üstüne atıp sıyrılacak “tesadüfi” hunharlıklar değildir, “güncellenmiş İttihatçı eylem planı” parçalarıdır.

22 Nisan tarihli Taraf’ta “Türkleştiremediklerimizden misiniz” başlıklı yazıda sözü edilen “Hür Türkiye” gazetesinin 9 Temmuz 1928 tarihli nüshasında “Bu Vatanda Ermeniler Nasıl Mesut Olabilirler” başlıklı bir yazı dizisinin ilkine yer verilir. O yıllar “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış İttihatçı Cumhuriyet  toplumu”nda Ankara’dan farklı düşünmenin “suç” sayıldığı zamandır. Aşağıda diziden sadeleştirerek aktaracağım satırlar bu gözle okunmalı:

Saltanat ve meşrutiyet devirlerinin hataları nasıl hükümet işlerini ellerine alıp devlet ve milleti istedikleri gibi idare edenlere ait ise Ermenilere atfolunan hareketten de aynen cemaati idare edenler mesuldür, hükümet ve Türk kardeşlerimiz ile Ermeniler arasında açılan çukur her zaman bu adamların kazmaları ile kazılmış ve Ermenilere mezar olmuştur; verilen kurbanlar artık bu çukuru doldurmaya yeter.”

Adaletli Suç Dağıtımı

İttihatçı Cumhuriyet, on üç yıl önce işlenen “suç”u, bugün yapıldığı gibi toptan inkâr edemiyor, “biz Türkler asla öyle şey yapmayız” diyemiyor. “Ama onlar da bize yaptı” simidine de sarılamıyor. Çünkü yaşananlar çok taze ve bu suçtan mahkum olmuş kimi İttihatçılar iktidar koltuğunda. Onun için suçu koskoca İttihatçı devlet ile bir cemaati yönetenler arasında “adil” dağıtma yoluna gidiliyor. “Evet, karşılıklı kötü şeyler oldu” kabulü ile beraber kabahat hep bir “o adamlar” ve onların “kazmalar”ına yükleniyor. İlerideki yıllarda bu anlayış, suçu “emperyalizm”e yükleyerek “devrimci” bir içerik (!) de kazanacaktır.

Kardeşler! Senelerden beri devam eden felâketlere  nihayet vermek ve biraz nefes almak arzu ediyorsak,… biz bugün bütün manasıyla Türk kardeşlerimiz gibi hareket etmeye mecburuz; onların sahip oldukları hakları biz kendimiz için istemeye kalkışacak olursak bu hareketimiz cinnetten başka bir şey olmaz…”

Bu “kardeşler” seslenişi bir İttihatçı jargonudur. Kardeşizdir, ama eşit değilizdir; yaşımız, boyumuz, posumuz faklıdır, biz büyük “erkek” kardeşizdir. “Osmanlı’da Müslüman halk, yani Milleti Hakime kendini daima Müslim olmayanların üstünde tutmuştur. Çünkü “mülk”ün sahibidirler. Beş asırlık üstünlük hali Tanzimat ile yasalar önünde eşitliğe doğru meyledince büyük depremin öncü sarsıntıları başlar. Büyük Deprem 1915’dir. Cumhuriyet’e erişesiye Hıristiyan nüfus artçı depremlerle yok düzeyine indirilir.”(T.Ulusoy, 14 Şubat 2013, Taraf) Cumhuriyete eriştikten sonra da, doksan yıldır Hıristiyanlara, Yahudilere, Kürtlere, Alevilere edilenler bir “artçı” süreklilik gösterir. Devlet “İttihatçı dosyalar” üzerinden yönetilir.

Bir Tehdit Sözü: Akıllı Ol!

Kardeşler! İyi dinleyiniz; Bizim dedelerimizin, babalarımızın saadet ve refahı derecesinde bahtiyar yaşamamız çoktan sağlanmıştı. İçimizde hakikati görenler ve cemaatin kurtuluşunu düşünenler senelerce alçakgönüllülükle çalışıp bu neticeye kavuşmuşlardı;.. fakat bir takım beyinsizlerin gerek hükümete ve gerek cemaate karşı küstahlığı …  yapılan çılgınlıkların sonucunu görmeye mecbur bıraktı (bizi),..”  Yani Ermenilere yönelik “çılgınlıklar” yapıldı, hem de gözler önünde yapıldı. Olanlar hep bazı” beyinsizler” yüzünden oldu. Artık İttihatçı aklın vicdansızlık çağında “beyinsiz” olma “akıllı” ol. Ergenekoncu tayfanın ünlü tehdidi gibi değil mi?!

Şimdi onların melus suratlarına bağırıyoruz, biz Türküz. Bir adım daha ileri gitmenize müsaade edemeyiz,maskelerinizi çıkarınız, siz çıkarmazsanız Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin adil kanunları o maskeleri suratınızla birlikte yırtar, atar.”  

Yırtıcı ve “adil” kanunlar “Türk” olmanızı emrediyor. Emre zamanında ve tam olarak uyulmadığı takdirde: 1934 Trakya Pogromu olur; 1937-38 Dersim Tertelesi olur; 6-7 Eylül 1955 Yağması olur; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbeleri olur, Kürt milletine her türlü eziyet reva görülür…

Eğer 1915 ile yüzleşilmezse, Allah göstermeye, bakın siz daha  ne soykırımlar,ne depremler, ne terteleler olur ve hepsi aynı kapıya çıkar!

Taraf/13 Mayıs 2014