Son zamanlarda sıkça kullanılan “vatan haini” sıfatı, “ifade özgürlüğü” için bir “tehdit” değil mi? “Şu lâfı etsem hain derler” kuşkusu lâfını yutturur kimi insana. Niye sürülür yine piyasaya bu “hain” ithamı?
Şemseddin Sami’nin “Kamus-u Türki”sinde (1901) “hain-i devlet” ve “hain-i memleket” tamlamaları vardır da; “vatana ihanet” ve “millete ihanet” yoktur! Çok milletli Osmanlı’nın Abdülhamit saltanatında bile “siyasi dil”de yok iken, vatan ve millet üstünden “hain” devşirmek nerede, nasıl ve neden dilde pelesenk olur?
Demokratik hayatın dilinde “hain” kelimesi olmamalı.
Belâlı İkizler
“Hain”in dillerden düşmemesi ve “millete ihanet eden” anlamında kullanılır olması, Balkan Savaşı ertesi yoğunlaşır ve “Tek Millet” yani İslâm-Türk milleti anlayışına oturur. “Hain”, ikizi “kahraman” ile birlikte siyasette ve edebiyatta kıymete bindirilmiş bir “İttihatçı argo”sudur.
İkizler birbiriyle hiç geçinemez görünür, ama birbirlerine ölesiye muhtaçtırlar. Hain görece bir kavramdır. “Kahraman” olmadan “hain”i tanımlayamazsın. “Kahraman“ hep iktidarda, “hain” muhalefettedir. Siz hiç hem iktidarda olup, hem de “hain” olan birisini gördünüz mü? Kahraman ve kahramanlık “eril” bir kavramdır; oysa “hain” her cinsiyetten olsa da, “ihanet” asla “erkek” olmayan bir eylemdir, ihanet “kahpelik”tir!
“Hain”in dillerden düşmemesi ve “millete ihanet eden” anlamında kullanılır olması, İttihat”ın Balkan Savaşı ertesi çokça dillendirmeye başladığı “Tek Millet” anlayışına paraleldir. İttihatçı argosunda diğer anasır (Hıristiyan Osmanlılar) ile birlikte yaşamayı savunanlar, İslâm milletine “ihanet” edenlerdir. Kavramın temeli böyle atıldıktan sonra gelsin her derde deva “hain” sıfatı: Şiddet ile iktidar süren ve savaş felâketine neden olan İttihat ve Terakki’ciler, yani Enver, Talât ve bütün arkadaşları “kahraman”; ana muhalefet durumundaki Hürriyet ve İtilâf’çılar “hain”dir; “Alman taraftarı” olan İttihatçılar “kahraman”, bu “ittifak”ı yanlış bulan muhalefet “hain”dir, mutlaka “İngiliz işbirlikçisi”dir; Çok dilli, çok dinli vatandaşların “özerk yönetim”ler (ademi merkeziyet) istemesi “ihanet”; “tek vatan, tek bayrak, tek millet” demek “kahraman”lıktır; Osmanlı ülkesini savaşa sürükleyenler “kahraman”, “savaşa hayır” diyenler “hain”dir; Ermeni Taktili (topluca öldürme) suçlusu İttihatçılar “masum ve kahraman”, onların cezalandırmalarını isteyenler “hain”dir; suçluları yargılayıp mahkûm eden mahkemeler “hain”, onları kaçırıp kurtararak “Cumhuriyet kurucusu” yapanlarla birlikte “kahraman”dır… Bu böyle uzar gider; Alemdar, Müsavat, Islahat gibi gazetelerde yazılan her şey “ihanet”; Tanin, Akşam, Yenigün’de yazan her şey “kurtuluşçu keramet” olur biter.
Cumhuriyet eğitimi “kahraman-hain” düalizmi ile kalıplanmış “insan” yetiştirir. İttihatçı Cumhuriyet Zaferi’nin yüzüncü yılına doğru “Sarıkamış” ve “Çanakkale” üzerinden “kahramanlık” hikâyelerinin, bu hikâyelerin geleneksel “Cumhuriyetçi” biçimlerinin “yeni”den sergilenmeye başladığı bu günler, aynı zamanda “yeni hain”lere ihtiyacın da şiddetlendiği günlerdir.
Tarihten Bir Yaprak
Aşağıdaki imzasız başyazı, Ermenilerin topluca sürülmesi ve öldürülmesine “hayır” diyen “hain” Alemdar gazetesinde 13 Şubat 1920 (31 Kanunusani 1336) tarihinde yayınlanmıştır. “Harp Mebusları Mücrimdir” başlıklı, sadece dili “güncelleme” gören yazı, eğer ki İttihatçı “kalıp”tan, “kahraman-hain” kapanından kurtularak okunabilirse, biliniz ki Cumhuriyet’in “eğitim prangası” aşınmaya başlamıştır:
“Önceki gün Meclisi Mebusan(Milletvekilleri Meclisi) üyeleri kendi aralarında bir özel oturumda toplanarak (padişahın) açış konuşmasına (nutku iftitahi) verilecek cevabın metni hakkında düşünce alış verişinde bulunmuşlar; enine boyuna tartışmalardan sonra bu metne savaş suçlularıyla, toplu cinayet ve insanları önlerine katarak zorla göç ettiren ve bunu yönetenlerin cezalandırılması istemini içeren bir paragraf ekleme kararı verilmiş. Bu konuşmalar sırasında genç bir milletvekili acılı savaş yılları içinde mecliste yer alan üyelerin de bu suçlular arasında anılması gerekeceğini işin içyüzünü pek güzel açıklayarak önermiş ve fakat değeri yazık ki kabul edilen metin ile adeta öz kardeş olan bu öneri bir kısım milletvekillerinin boş gürültüleriyle susturulmuş!.. Edirneli Faik Bey’in düşüncesine göre savaş (sırasındaki) milletvekilleri suçlu değilmiş!.. Alemdar’ın dünkü baskısında verdiği bu haberi okuyup da üzüntü ve kızgınlıkla hiddet isyan etmeyen hiçbir gerçek ve samimi Türk düşünemiyoruz.
Hayır, efendiler, iyice biliniz ve güçlü bir inanç şeklinde kafalarınızın içine yerleştiriniz ki dört savaş yılında çete hükümetinin her haydutluğunu avuçları patlarcasına alkışlayan o düzme milletvekilleri; tam mübarek, talihini terse çevirdikleri muhterem ve büyük milletimizin gözünde Enver’lerden, Talât’lardan, Cemal’lerden, Halil’lerden daha çok suçludurlar.
Bu millet belki yüce başına cehennem belâsı gibi musallat olmuş siyasilerin hareketlerini çılgınlıklarına verir, fakat hiçbir zaman o şımarık, o küstah, o kanlı çılgınlara gardiyanlık eden; sırf hasis ve sefil çıkarlarını sağlamak uğrunda o aklı başından gitmişlere dalkavukluk eyleyen maymunların bu ihanetlerini asla unutamaz. Eğer 330 senesinde (1914) Komite (İttihat Terakki Merkez Komitesi) tarafından seçilip atanan bu zenginler alayı insanlık, Türklük ve vicdan borçlarını idrak ederek bunu hakkıyla ve yüksek medeni cesaret ile yerine getirmiş bulunsalardı hiç şüphesiz ne o kanlı hükümet adım attığı yıkıcı yolda bu derece alabildiğine koşar, ne de vatan ve millet bugün içinde yuvarlandığı bu feci uçuruma düşerdi.
Bir kez şu anlaşılsın: Talat, Enver saltanatı içte ve dışarıya karşı o zorbalıklarda bulunmak için en çok neye dayanıyorlardı? Hiç şüphesiz kötülüklerine, parasına, tabancasına, fedaisine, örgütüne değil mi? Fakat bunların da temeli, ruhu neydi? Hükümetin, milletin sinesinden kopmuş olduğu iddiası değil mi? Talatlar, Enverler yalnız bize karşı değil bütün dünyaya karşı Türk milletinin ortak arzusu dahilinde hareket etmekte bulunduklarını iddia ediyorlar ve buna yegane ve fakat maalesef en kuvvetli bir delil olmak üzere meclisi mebusan (milletvekilleri meclisi) adını verdikleri daireyi mensubandan (memurlar bürosu) topladıkları güven alkışlarını gösteriyorlardı!
O hükümet, Almanya imparatorundan gördüğü iltifatlardan şımararak, devleti Cermaniye’nin (Almanya’nın) bol keseden bağışladığı altınlar karşısında gözleri kamaşarak tarihin bir eşini daha kaydetmediği büyük bir maceraya atılıyor. Dünyayı kan ve ateş denizine uçurmaya götürecek genel bir savaşa girmek için daha altı ay önce yeni ve bedbaht bir savaştan kurtulan, zayıf, parasız, yorgun ve çaresiz bir milleti silâh altına çağırıyor.
O bedbaht milletin vekilleri olduklarını iddia eden kimseler ise; kayıtsız ve koşulsuz bu delice kararı alkışlıyorlardı. İçlerinden bir kimse çıkıp da: “İnsanları niye güvenerek silâh altına alıyorsunuz, seferberlik yüzde yüz savaş demektir, bizim ise böyle yeni ve feci bir harbe daha girmeye mali gücümüz ve askeri durumumuz uygun mudur, gücümüz ve siyasi durumumuz böyle bir maceraya katlanabilecek bir düzeyde midir?” demedi. Çocukların bile güleceği, delilerin bile kızacağı bir güzel sözlerle o çılgınca kararı pohpohladı. Doğal olarak hükümet de sağdan soldan aldığı bu destekler ve coşturmalar arasında uğursuz gayesine doğru gözü kara yürüdü. Alman gemilerini durup dururken sırf Almanların çıkarları böyle gerektiriyor diyerek Rus donanması üzerine saldırdı ve bizi bir oldu bitti karşısında bırakarak bu belalı savaşa sürükledi. O saygın kişilerin salonunda yine alkıştan başka ufak bir eleştiri sesi ve itiraz bile yükselmedi. Savaş olanca kötülükleriyle sürüyor; hükümet önde gelenleri zavallı milleti aldatıp ve yerlerde süründürmek için her gün yeni bir dolap çeviriyor, senelerce baş başa verip yaşadığımız unsurları (Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarını) küme küme göçe zorluyor ve topluca öldürüyor, gül bahçeleri yıkıntılara, köyler mezarlıklara dönüyor; sınırlarda kurşun, süngü, bitler ve mikrop; içeride baskı ve zulüm, göçe zorlama koca bir milleti, koca bir soyu kürtaj gibi bitiriyor; millet açlıktan ot yiyor, ağaç kemiriyor, ahlaksızlık, yoksulluk iliklerini emiyor ve yüzde doksan çoğunluğunun koyuverdiği bu yürek sızlatan sahne karşısında yüzde beş veya on gibi bir azınlık durmaksızın karınlarını, gözlerini, kaslarını dolduruyor, sonucunda büyük bir millete ait muazzam ve eski bir sarayın enkazıyla üç beş maceracının yalancı ikbal konakları kuruluyor, şimdi kendilerini her suçun uzağında kalmış ve zemzem suyu kadar saf kabul eden o zamanki milletvekilleri de ya bahşedilmiş iki vagon, ya elli okka şeker, ya bir ayrıcalık, ya dört teneke yağ karşılığında bütün bu kötülüklere göz yumuyor, hayır yalnız göz yummuyor, belki bunları onaylıyor, alkışlıyorlardı.
Eğer böyle olmasaydı; o delirmiş hükümet kendi karşısında milleti denetleyici ve eleştirel bir durumda görseydi o rezaletler bu kadar uygun ortam bulur ve dehşet doğurabilir miydi? Bir taraftan milletvekillerinin bu utanç verici etliye sütlüye karışmaması ve yaltaklanmaları, diğer taraftan sırf çetenin parası ve emriyle çıkan gazetelerin üst perdeden kopardıkları yaygarayla beğeni ve alkış bu milleti felaketine sürükleyen nedenlerin en etkililerinden biridir.
Gerek o zamanki milletvekilleri, gerek gazeteciler şimdi biricik mazeret olarak kendilerini zarar gelmesinden kaçınmak zorunda kaldıkları için “Ne yapalım; zalim hükümetin baskı ve zorbalığı altındaydık, başka türlü ne yapabilirdik, çaresizlik durumunda yoldan çıkmak günah sayılmaz” diyorlar!
Hayır efendiler; bu bir mazeret değil belki mahkumiyetinizi daha da arttıracak bir delildir. Mademki vicdan hürriyetine , yazma hürriyetine, söz söyleme hürriyetine sonuç olarak insanlığın ruhu, varoluş ve yaşama nedeni olan bu kutsal haklara sahip değildiniz, kendinizin bir esir bir köle düzeyine düşürülmek istendiğini, düşüncenize aykırı olarak koca bir vatanın çöküşe yuvarlandığını görüyordunuz; nasıl olup da bu alçaklığı kabul ederek millete vekillik veya akıl hocalığı etmekte inat ve ısrar gösterdiniz.
Hiçbir şey yapmıyorduysanız; diğer vatanseverler gibi istifa edip çekilmek, kalemlerinizi kırıp susmak ve bu suretle manen olsun millete; sürüklendiği bu karanlık hakkında bir uyarı işareti vermek de ellerinizden gelemez miydi? Acaba bunu yapacak vatanseverliği gösterseniz ve hükümetin çılgınca uygulamalarına karşısında tek yumruk bir muhalefet bulundursanız sonuç böyle mi olurdu? Hiç zor ve baskı altında milletvekilliği, gazetecilik olur mu? İnsan ya o baskıya karşı her tehlikeyi göze alarak isyan eder ya da korkuyorsa bir köşeye çekilip susardı. Bunların hiçbiri yapılmadı. Bundan da anlaşılır ki gerek o zamanın milletvekilleri, gerek gazeteleri bugün idama mahkum ettiğimiz ileri gelenlerinin (İttihat Terakki liderlerinin) hareketlerini bile bile, susa susa benimsemişlerdi!.. Bunun daha başka bir şıkkı yoktur.
Evet efendiler, millete dört felaket senesinde boşu boşuna vekillik eden savaş milletvekillerinin ve savaş gazetecilerinin her biri Talat kadar, Enver kadar ve onların arkadaşları kadar suçludurlar ve yine insanlık adaleti ve Allah korkusu ile günahtan kaçınmak.duygusundan aldığı güçle hâlâ hiç yıkılmayan adaleti ümit ederiz ki bugünkü durumları ne olursa olsun, bunlar; kendilerine uygun ve kaçınılmaz olan sonuçtan kurtulamayacaklardır. Yeni milletvekillerinin ve özellikle bunların içinde savaş alçaklığına dokunmamış olan kimselerin ellerini vicdanları üzerine koyarak ve hiçbir başka düşünceye kapılmayarak bu meseleyi enine boyuna düşündükten sonra vicdanlarının kendilerine yüklediği milli, vatani ve dini görevi yerine getirmede parıldayan bir medeni cesaret göstermeleri ne kadar yerinde temenni ve arzudur.”
Alemdar Ermenilerin topluca sürülmesi ve öldürülmesine “hayır” diyen bir “hain” gazete. “Hain”i “kahraman”ından güzeldir, bir başkadır benim memleketim!
Talât Ulusoy
(Bu yazının bir özeti 08.01.2015 tarihli TARAF gazetesinde yayınlanmıştır.)