26 Ağustos Büyük Taarruz’unun bir “zafer” olduğu, Mareşal Fevzi Çakmak’ın telgrafından iki gün sonra, Büyük Millet Meclisi doksan ikinci oturumuna 28 Ağustos günü Başkumandan Mustafa Kemala Paşa’dan gelen telgrafla kesinlik kazanır.. Haberleşmede bir gecikme yoktur. Meclis’in tatil olduğu 27 Ağustos Pazar günü gelen telgraf ancak Pazartesi günü Meclis’te okunur:

“T. B. M. Meclisi Yüce Başkanlığı’na

İki gündür aralıksız devam eden çarpışmalar neticesinde düşmanın Afyon Karahisarı mevzileri düşürülmüş ve Afyon Karahisar’ımız geri alınmıştır. Esirler, ağır ve hafif top, mühimmat ve her nevi malzemeden ganimetler (abç) çoktur. Düşmanın çeşitli mevzilerinin her biri birkaç hattan oluştuğu için kıtalarımız birçok müstahkem hatları birbiri ardından düşürmek mecburiyetinde bulunmuştur. Hazırlıklarımız her nevi teknik araç ve geri çekilme engelleri ile donatılan ve güçlendirilen düşman mevzilerinin bazen bir saatten az bir zaman içinde düşmesini temin ettiği gibi asker ve subaylarımızın dünyaca kabul edilmiş cesaret ve yiğitliği bu defa da görmüş ve doğrulanmıştır. Kumandanlarımızın sevk ve idarede düşman kumanda heyetine üstünlüğü belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının müstesna kıymet ve kabiliyeti sebebiyle Meclisi Aliyi tebrik ederim.

Başkumandan Mustafa Kemal”

O gün iki de önerge görüşülür “Kurucu Meclis”te:

Birincisi Adana Mebusu Zamir Bey’in, ordumuzun zafer ve başarılarının devamı hakkında dua edilmesine dair önergesidir. Öneri kabul olunur ve Kırşehir Mebusu Müfid Efendi tarafından dua okunur. Önerge sahibi, dini bütün Zamir Bey’i tanıyalım:

Zamir Bey İttihat ve Terakki üyesidir, 1915 “Tehcir” davalarının firari sanıklarındandır. Savaş yıllarında Ermeni halkını yerinden etmek ve kitlesel katliam suçlarına iştirak ettiği için savaş ertesinde aranmaktadır ve “Kurucu Meclis”e mebus olur! “Zamir adını Cumhuriyet ertesinde değiştirerek Damar (Arıkoğlu) adını almıştır.

İkinci önerge Kütahya Mebusu Cemil Bey’in, “Harp Kazançları Komisyonu” üyelerinin aldıkları “haksız” ücretin geri alınmasına dairdir. “Harp Kazançları Vergisi” ünlü ””Varlık Vergisi gibi bir şeydir. Kökü Osmanlı’da daha gerilere götürülebilse de, esas olarak 5 Ağustos 1912 tarihli “Tekalifi Harbiye” (Harp Vergisi) kanununa dayanır.

“Savaşın çıkacağını ve Osmanlı’nın da bunun dışında kalamayacağını anlayan İttihat ve Terakki liderleri daha savaş başlamadan hatta seferberlik dahi ilân edilmeden Tekalif-i Harbiye (Harp Vergileri) kanununu çıkarmışlardır… O günlerde basında sansür de ilân edildiğinden, bu kanunun uygulanışında meydana gelen aksaklıklar ve halktaki tedirginlik resmî tebliğlerde kendini göstermektedir…” (Cemal Avcı. Tekâlif-i Harbiye ile Tekâlif-i Milliye vergilerinin Karşılaştırmalı Tanımı, www.atam.gov.tr)

Savaş başlamadan gelen savaş vergisi! İttihatçıların uzak görüşlülüğü mü, yoksa “gizli niyet”lerinin eylemi mi bu vergi kanunu?

İstanbul Meclisli Mebusanı’nca Nisan 1920’de bütçe ile ilgili görüşmeler sırasında “Harp Vergisi”nin yürürlükte kalmasına ve fakat vergi toplanmasının ertelenmesine karar verilir. “Kurtuluş Savaşı”nda ise aynı amaçla, üç ay süreyle Meclis’in tüm yetkilerini (!) üstüne alan M.Kemal Paşa, kanun kuvvetinde on emirden oluşan  “Tekalifi Milliye”yi (Milli Vergi) yürürlüğe koyar. Emredilen malı vermek, emredilen hizmeti yerine getirmek ve hatta bazı mallara el konulması yoluyla uygulanan bu vergi için geniş yetkilere sahip yerel ve merkezi komisyonlar (harp kazançları komisyonu) kurulur. Emirlere uymayanlar, İstiklâl Mahkemesi’nde cezalandırılır. Emirle alınan mallara karşılık savaştan sonra ödenmek üzere resmi makbuz verilir.

Yerel komisyonlarda zehir zemberek İttihatçılar görevlendirilir. “Kurtuluş”tan sonra makbuzu gösteren Müslüman vatandaş malının karşılığını alabilse de, Hıristiyan vatandaş türlü yollarla “hava” alır. Çünkü, “Kurtuluş” Savaşı Afyon’dan İzmir’e Ege’yi ve Samsun’dan Hopa’ya Karadeniz’i Hıristiyansızlaştıracak, kalan Hıristiyan vatandaşlar Lozan’ın eseri “mübadele” ile ellerinde “makbuz”larıyla vatanlarından sürülecek, İstanbul Rumları ve bir avuç Ermeni alacaklarına karşılık bir bardak su içecektir.

Varlık Vergisi gibi, Milli Vergi de “sermayenin Türkleştirilmesi” hedefinde bir “zafer” adımı ile neticelenir.

İşte Cemil Bey’in sözü geçen önergesi sözü edilen “Milli Vergi” merkezi komisyonu üyeleri hakkındadır ve şöyledir.

Efendim! Harb Kazançları Vergisi Merkez Temyiz Komisyonu üyeleri her ay için üçer aylık toplantı ücreti almışlar. Bu itibarla bu komisyonun başkan ve üyeleri üç ay için yedi yüz şu kadar lira almış oluyorlar. Bendeniz bunu Yüce Kurulunuza ileterek bunların geri alınmasını talep ediyorum.

Cemil [Altay] Bey “Harp Kazançları Komisyonu”u üyelerinin yolsuzluğunu sorguladığına göre, bu komisyonun mallarına el koyduğu Ermeni ve Rumların haklarını da savunmuş biri olabilir mi?

Şu sözleri, Cemil Bey’in yeri geldikçe Meclis’te dile getirdiği görüşlerine örnektir:

Millet-i İslâmiye’nin vatanın muhâfaza-i istiklâl (bağımsızlığının korunması) ve mevcudiyeti uğrunda hayât ve servetini feda ederken teba’a-i Osmâniye’den bulunan milel-i Hıristiyâniye’nin (Hıristiyan milletlerin) müdâfa’a-i vatan kaydından âzâde bir hâlde teksîr-i nüfûs ve tezyîd-i nüfuza (nüfuslarını çoğaltma ve etkilerini arttırma) çalışmaları vatandaşlık şeref ve haysiyetiyle kâbil-i te’lîf (uyuşmayacağından) olamayacağından bi’t-tabf i (doğal olarak) bu gibi umûr-ı nâfi’a (bayındırlık işlerine) ve hidemât-ı vataniyeye (vatan hizmetine) şitâb etmekten (koşulmaktan) bir veçhile geri durmayacakları cihetle teklîf-i mezkûr (sözü geçen öneri) hakîkaten becâ (yerinde) ve şâyân-ı kabul (kabul edilebilir) görülmekte…dir.(Sait Çetinoğlu, Etnik Temizlik ve Ekonominin Türkleşmesi, Birikim, 12 Temmuz 2012)

Yani üç-beş komisyon üyesinin yaptığı bir “haksızlık”ı kabullenemeyen Cemil Bey, Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarını taş ocaklarına, yol inşaatlarına sürmeyi “hak” gören bir “hakkaniyet”anlayışına sahiptir.

Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşı 18-45 yaş arası erkekler uzaklarda taş kırarken, memleketin “esas sahipleri” Büyük Taarruza başlamış, “İlk hedefiniz Akdeniz” (O zamanlar Ege Denizi de Bahri Sefid yani Akdeniz olarak adlandırılırdı-tu) emrine uyan kurtarıcı ordular  İzmir’e doğru dört nala yola koyulmuşlardır.

Talât Ulusoy- 28.09.2017

 

MÜZAYEDELER ve EKONOMİNİN TÜRKLEŞTİRİLMESİ

Tarih, 11 Eylül 1922, Pazartesi. Ankara Kuvvetleri İzmir’e gireli iki gün olmuş. Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey ve altmış kadar arkadaşı, “memaliki müstahlasa” (kurtarılmış yerler) hakkında alınacak önlemler üstüne bir önerge verir.

“Meşgul (işgal altında) vilâyetlerimizin düşmandan kurtarılması sebebiyle, mûtat vazaif Hükümet (alışılmış hükümet görevleri) haricinde hâsıl olan binlerce dâva ve vazifelerin âcilen rüyet ve halli (görülüp halledilmesi) ve yaralı Milletimizin tedavi ve takviyesi için kurtarılan yerlerdeki berveçhi zir (aşağıdaki gibi) sayılan dertlerimize Büyük Millet Meclisinin hemen vazıyet etmek vazifesidir (el koyması görevidir).”[1]

Dertler beş madde olarak sıralanır ve dördüncüsünde; “Emvali metrukeye ve düşmandan alınan ganaime Hazine namına vazıyet edilerek, ziyadan vikayeleri” talep edilir. Yani, “Terkedilmiş mallar ve düşmandan alınan ganimetlere Hazine adına el konularak, sahip çıkılması” istenir. Önerge sahipleri İzmir’de ele geçen “ganimet”lerin kapanın elinde kalmasından korkmaktadır. Bu istek yerine getirilmiş midir, değilse ne olmuştur ve nasıl olmuştur?

Cumhuriyet’e geçişte ekonominin Türkleştirilmesi süreci bugüne kadar farklı perspektiflerden ele alınmıştır. Fakat bu konuda somut olarak mülk ve varlık transferinin nasıl gerçekleştiğine ilişkin daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır. Bu yazı, 1920’ler İzmir basınını ve de özellikle basına yansıyan müzayede haberlerini inceleyerek ekonomik alandaki Türkleştirme sürecini ve İzmir Hıristiyanlarına ait varlıkların serüvenini inceliyor.

İstiklâl mi, Fetih mi?

Önergede dikkati çeken iki kelime vardır, “ganimet” ve “emvali metruke.”

Ganimet: “Harpte düşmandan zapt olunan mal[2] yani “Savaşta düşmandan zorla ele geçirilen mal”[3] anlamındadır..

Fetih suresi 18-19. ayetinde “Şüphesiz Allah,.. onlara yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir”; ve 20. ayetinde “Allah, size, elde edeceğiniz birçok ganimetler vaad etmiştir” buyurulur.[4] Enfâl suresi 69. ayette ise “Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin” der. Fetih ve ganimet ayrılmaz bütündür ve “düşman” olandan alınan ganimet İslâm olana haktır, helâldir. Ama bu iki kavram, yani “fetih” ve “ganimet” bir Osmanlı şehri olan İzmir için de geçerli midir?

Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi’nin adıyla anılan “Ankara Fetası” dindar veya değil bütün Cumhuriyetçilerin olumladığı bir metindir denilebilir. Bu fetvada, “Osmanlı memleketinin bir parçası olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek, gayrimüslim vatandaşlar ile işbirliği halinde Müslümanları öldürüp, mallarını soygun ve yağma edip, namuslarına tecavüz ederek mukaddesatlarını tahkir…” ederse “onunla savaşmak herkese farzdır” der.[5]

Fetva,  henüz Büyük Millet Meclisi açılmadan yayınlanmıştır. Meclis, Fetva’da şart kipiyle ifade edilen “gayrımüslim vatandaşların işbirliği” ettiklerini kabul etmiş midir? Öyleyse, bu kabulde iki büyük hata vardır: Birincisi, Fetva dini farklı “vatandaş” varlığını kabul etmektedir ve vatandaşa rağmen vatanı kurtarmaktan söz edilebilir mi? İkincisi, eğer ortada tecavüz ve ihanet varsa, bu fiili işleyen İslâm millet insanı da olamaz mı? Suçun şahsili bir yana, henüz suç sübuta ermeden bütün olarak başka inanç topluluklarını “mahkûm” etmek doğru mudur?

“İstiklâl Harbi” yukarıdaki ayetlere dayanarak verilmiş olsa da, yine de, “ganimet” kavramının en yetkili ağızlarda ve en üst kurum olan Büyük Millet Meclisi kürsüsünde dile getirilmiş olması ve Meclis’te var olan “din bilgini” kişilerin “ganimet” kavramına itirazda bulunmamaları, “ganimet” kavramının dinen de yerinde kullanıldığına dayanak oluşturur. Örnek, aynı toplantıda konuşan Maliye Bakanının şu cümlesi:

“Bildiğiniz gibi ordu Uşak’tan Alaşehir’e doğru ilerlerken biz, üç tane ganimeti harbiye komisyonu gönderdik. Bunlar, üç kol üzerinden ganimeti yazmaya başladılar. Fakat ganimet o kadar çoktu ki, bu yalnız tespit ve yazma ile kaldı….” Yani “ganimet” kavramı Meclis komisyonuna isim olacak kadar resmiyet kazanmış durumdadır.

İleride “terk edilmiş mallar” çeşitliliğine baktığımızda, bu mallar arasında Yunan ordusundan ele geçirilmiş silah, mühimmat veya erzak olmadığı görülür. “Terk edilmiş mallar”ın tümü sivil Osmanlı yurttaşlarına aittir. Bu mallara “ganimet” diyebilmek için, bu malların sahiplerinin ayrımsız “düşman” olarak tanımlanması şarttır. Yoksa, bir kısım Osmanlı vatandaşlarının mal ve mülklerine ganimet olarak “helâl”inden el koyabilmek mümkün olmayacaktır. Bu nokta, Büyük Millet Meclisi’nin tümü İslâm milletten olan ordusunu Afyon’dan İzmir’e yürütebilmek için şarttır. Ama “ganimet” ifadesi sadece bir “teşvik” ifadesi olarak, ya da Maliye Bakanı ağzından kaçmış bir söz değildir; “ganimet” resmi yazışmalarda da yer alır:

“İzmir Ticaret Odası Meclisi’nin, 30 Kanunusani 1339 (30 Ocak 1923) tarihinde yapılan 13’üncü oturumunda oybirliğiyle aldığı karar aynen şöyledir:

“Ganaim-i Harbiye Komisyonu (Harp Ganimetleri Komisyonu) tarafından mevrud (gelen) tezkere mucibince taleb olunan eşhas hakkında tahkikat icrasına.”

Bu kararın özet olarak aktarımı da şöyledir: ‘Savaş Ganimetleri Komisyonundan gelen tezkerede ismi geçenlerin araştırılması’ kararı.”[6]

Aslında bu noktaya varılması bir “zafer” heyecanı veya bir tesadüf değildir. Daha Büyük Millet Meclisi açılmadan, 16 Nisan 1336 1920 tarihinde, Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi’den alınan fetvada “Osmanlı memleketinin bir parçası olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek, gayrimüslim vatandaşlar ile işbirliği halinde müslümanları öldürüp, mallarını soygun ve yağma edip…) denilerek niyet ortaya konmuş oluyor.[7]

 

 Ya Terk Et, Ya Terk Et!

Resmi tez şu şekilde özetlenebilir: Rum ve Ermeni Hıristiyan nüfusun tümü “vatana ihanet” etmiş “düşman”dır ve bu ihanetin korkusuyla her şeyini bırakıp kaçmıştır! “Düşman”ın dayalı döşeli evi, mallarıyla dolu dükkânı, meyveleri dallarında bağı, bahçesi, tarlası ve hatta fabrika gibi taşınmaz mallarının; para, altın, ziynet vb. taşınabilirlerinin tümü “ganimet”tir. “Düşman”ların hemen tümü Rum ve Ermeni’dir. İçlerinde çok az Levanten, Yahudi ve diğer milletlerden olanlar olabilir. “Düşman”lar zorluk çıkarmamış, milli kuvvetlerle çatışmaya tutuşmamış ve her şeylerini terk edip “kaçmış”lardır.  Yahudi mahallesi yanmadığı için İzmir Yahudileri yerli yerindedir. Mahalleri yangın bölgesinde kalan ecnebiler (Levanten ve başka ülke vatandaşları) ise İzmir’den “bir süre” için tahliye edilmişlerdir. Dönüş girişimleri gazetelere haber olur:

Hariki hail (korkunç yangın) sebebiyle şehrimizi terk eden ecnebiler peyderpey avdet etmeye başlamışlardır. Şimdiye kadar bir çok ecnebi aileleri geldiği gibi bugün ve yarın Rodos’tan, Beyrut ve İskenderiye’den, Marsilya’dan ve İtalya’nın bazı limanlarından ve Adalar’dan vürud edecek (gelecek) Fransız ve İtalyan vapurlarıyla daha pek ecnebilerin gelecekleri işitilmiştir.”[8]

O günlerde yayınlanmış şu sıkıyönetim bildirisini hatırlayalım:

Altı numaralı bildiride verilen mühlet bugün (30-9-38)de hitam bulmuşsa da kâfi derece ve miktarda vapur bulunmaması sebebiyle bahren mükarafat etmek arzusunda bulunanların bir kısmının hareket edemedikleri anlaşıldığından işbu mühlet sekiz gün temdit olunmuştur. Son müddetin hitamı olan 8-10-38 akşamına kadar bahren gitmek arzusunda olanların behemehal hareket etmeleri muktazidir. Bahren gitmeyecek olanlar dahil memalike naklolunmak üzere kendilerine en yakın olan karakollara müracaatla efrat ve aileleriyle beraber isimlerini kaydettirecekler ve harekete amade bulunacaklardır. İsimlerini kaydettirmeyenler o emir hükmüne itaat etmemiş addolunarak tecziye edileceklerdir.”[9]

Haberle bildiriden anlaşılan şu: Henüz yangının üstünden bir ay geçmemişken, İzmirli Ermeni ve Rumlara şehri terk etmeleri için tanın süre henüz bitmişken ve henüz savaşta karşı cephede yer alan Fransa ve İtalya ile barış anlaşması imzalanmamışken, çoğu çifte pasaport taşıyan Levantenler ile, Fransız ve İtalyan vatandaşları İzmir’e dönebilmekte ve mallarına sahip çıkabilmektedir. Fakat, İzmirli Ermeni ve Rumlar ya kendi “arzu”su ile vapurlara binip gidecek, ya da vagonlarla İç Anadolu’daki esir kamplarına gönderilecekler, bildiride söylenen budur. Onların mallarına resmen “emvali metruke” adı verilse de, aslında onlar “cebri terk-i evtan”dır (zorla vatanlarından ayrılma) durumunda bırakılan kişilerin “gasb-ı emval”idir (malların zorla alımı).

O günlerde, başka örneğine rastlamadığım, şehrine aşk ile bağlı  bir İzmirli Rum’un, Eczahaneyi Osmani sahibi eczacı Lusonidas’ın “veda” mektubu yayınlanır. Şöyledir:

Talih beni sevgili dostlarımdan ayırmak istedi. Kendilerinden derin tahassuslar (içten duygular) ve elim tesirlerle ayrılıyorum. Her nereye gidecek olsam bu aziz dostlarımın hatırası beni müteselli edecek ve ibraz ettikleri asarı teveccüh (gösterdikleri sevgi) ve muhitleri beni ilelebet kendilerine minnettar bırakacaktır. Bilhassa doktor Bahtiyar Hüseyin ve biraderi binbaşı Necati, karm-ı umuru laf (söz ustası) Emirzade Refik, sıhhiye müdürü Şükrü, operatör İsmet, piri muhterem (saygın büyüğüm) doktor Mustafa Enver, bakteriyolog Memduh beylerle sevgili İzmir’imizin bilcümle etibbayı Osmaniye’sinin (bütün Osmanlı hekimleri) ve eczacı Süleyman Ferit, Mahmut Esat beylerin ve diğer eczacı arkadaşlarımın insaniyetlerini unutmayacağım.

Çocukluğumdan beri aralarında yaşadığım bütün İzmir Müslümanlarına kemali teessürle (derin üzüntü) arz ve veda ediyor ve daima sadık ve halis bir Türk muhibbi (dostu) kalacağımı temin ediyorum.  Allahaısmarladık. [10]

Meclis Ganimete El Koyuyor

Bu “zorla yerinden edilen” İzmirlilerin “ganimet” olarak el konulan mallarının başına gelenler Büyük Millet Meclisi’nde ancak iki buçuk ay sonra görüşme konusu olur. Konu “Memaliki mustahlasadaki emvali metruke hakkında Maliye Vekilinden istizah takriri” (kurtarılmış yerlerdeki terk edilmiş mallar hakkında Maliye Vekili hakkında gensoru önergesi) verilmesi üzerine gizli oturumda ele alınır.[11] İlk söz Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey’indir. Şunları söyler:

Müsaadenizle biraz da İzmir vaziyetine temas edeyim. Efendim, İzmir’de ve bütün emvali metruke yanan ‘kısmı hariç olmak üzere emvali metrukenin menkul kısmı – miktar ifade edemem, çünkü henüz nakde tebdil edilmemiştir (çevrilmemiştir). Tahmini acizaneme göre mücadeleyi milliyenin ihtidasından (başlangıcından) bu sene nihayetine kadar olan açıklarımızı kapatabileceğini ümit ediyorum…” Dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, terkedilmiş malların sadece taşınabilir kısmının “açık kapatmaya” yetmesidir!  İlaveten taşınamazlar; konaklar, bağlar, bahçeler söz konusudur… Bakan devam eder:

“ Taşınabilir mallar üzerindeki düşman ordusu geri çekilirken, dağıldıktan sonra yağmalar yapıldığını konu etmiştim… Bunlar savaşın doğal sonucu olmak lâzım gelir ve zannediyorum ki Yüce Meclis de böyle kabul eder Bu arada kötü ahlaklı insanların da araya karışması kaçınılmaz bir şey. Fakat öyle işitildiği şekilde terk edilmiş mallardan devletin yararlanacağı bir şey kalmamıştır sanılmasın …”

Evet, Meclis de Bakan gibi düşünmektedir. Terk edildiği söylenen malların sahibi olan vatandaşların durumu, neden terk edip (!) gittikleri, çoluk-çocuk, yaşlı-genç hepsinin “düşmanla işbirliği etmiş hain” sınıfına sokulamayacağını dile getiren bir tek milletvekili çıkmaz! Ama şu nokta Mardin milletvekili İbrahim Bey tarafından araya girip dillendirilir:

“Efendim, işitiyoruz ki, İzmir’in yağmasına bir çok subay, ordu kumandanları katılmıştır. Bu olmuş mudur? … Bu doğru mudur? O paralar ne miktardadır? Sonra birçok mebus arkadaşlarımız mobilyasıyla beraber evlere girmiş ve şimdiye kadar o evleri kullanıyorlar, bu da doğru mudur? …”

İbrahim Bey’in kuşkusu bir “vehim”den ibaret değildir. Bu mesele resmi duyurularda bile yer alır:

“Zabitan (subaylar) kendiliklerinden hiçbir veçhile (nedenle) ikâmetgâh (konut) işgal edemeyeceklerdir. Ancak kumandanlığına müracaatla İskânı Muhacirin Komisyonu’nun göstereceği bir işgal olur.”[12]

Sıkıyönetim bildirisinde de görüldüğü üzere, yeterli vapur olmadığı için İzmirli Rum Ermenilerin önemli bölümü halen şehirdedir ve evleri işgal edilebilmektedir.

Bakan, İbrahim Bey’i yanıtlamaya çalışır:

Çok yokluklarla  üç sene mücadele eden ve memleketi kurtaran ordu takiplerine devam ederken ve arkasından yine üç sene baskı altında kalmış insanların üzerinden o baskı kalkınca Hükümet makinası kuruluncaya kadar bazı normal olmayan hareketlerin olmasını zorunlu görüyorum. Ve bunda en hafifi ve en azı yapılmıştır…” der mazereten.[13]

Her Şey “Kanun”a Uygun

İzmir’in geri alınışından dört buçuk ay kadar önce, 20 Nisan günü Büyük Millet Meclisi bir kanun çıkarır. Kanun’da “1919 sonrası firar eden ve kaybolan şahısların Emval-i Metrukesi” ile ilgilidir. Bu kanuna göre “kaçış ve kaybolmalarından dolayı sahipsiz kalmış olan terk edilmiş  taşınır mallar, hükümetçe usulüne göre arttırma ile satılır ve taşınmaz mallar ile tarım ürünleri yine hükümetçe idare edilerek gelirleri, kira bedelleri ve diğer gelirleri, emanet hesabına kayıt edilmek üzere mal sandıklarına yatırılır.”[14] Bu kanun “1915 tehcirine ek olarak savaş öncesi ve sonrası yurt dışına çıkmış olanları da kapsıyordu.”[15]

Sözü edilen kanun İzmir için özel olarak çıkarılmıştır demek pek yanlış olmaz ve 29 Kasım’da, İzmir’in geri alınışından iki buçuk ay sonra hükümet üyesi tarafından söylenen şu sözler bunu doğrular:

Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey hakkındaki gensoru görüşülürken, terk edilmiş malların büyüklüğüne ölçü olacak çok anlamlı bir açıklama yapar: “Efendim, İzmir’de bütün terk edilmiş mallar, yanan kısmı hariç olmak üzere, terk edilmiş malların taşınabilir kısmı – miktar ifade edemem, çünkü henüz nakde çevrilmemiştir- aciz tahminime göre Milli Mücadele’nin başlangıcından bu sene sonuna kadar olan açıklarımızı kapatabileceğini ümit ediyorum…”[16]

“Ganimet”in durumu, bakanın sözleriyle böyle. Bakan daha çok menkul (taşınır) “ganimet” üstüne konuşuyor. Kapanın elinde kalanlar dışında, “milli emlâk”  defterine kaydedilecek “gayrımenkul ganimet”ler; konak, yalı, fabrika, bağ ve bahçeler var.

Ne Kadar Gayrımenkule El Konuldu?

“İzmir’de Ne Bıraktılar” başlığıyla yayınlanan aşağıdaki “gayrı menkul ganimet” dökümü İzmir Tasfiye Komisyonu kaynaklıdır:

“Emvali metruke olarak 12278 hane, 2831 mağaza, 89 fabrikadır…

İzmir’de, emvali metruke, emlâkı milliye namlarıyla iki kısım emlak vardır.Emvali metruke de üç kısımdır: 1- Mübadeleye tabi eşhas metrukatı, 2- Ermenilerle bazı firari Museviler emvali, 3- Ecnebilere (yabancılara) ait olup elyevm (bugün) hükümetçe idare edilmekte bulunan emvaldir.

Mübadeleye tabi olanlar metruk emvali ber veçhe atidir (aşağıdadır): 9687 hane, 2173 dükkân ve mağaza, 79 fabrika, 2 hamam, 1 hastane, Ermeni ve Musevilerden metruk emval; 1600 hane, 648 dükkân, 10 fabrikadan ibarettir. Ecnebi metrukatı tespit edilmektedir.”[17]

Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey’in konuşmasında geçen “menkul emval” ve yukarıdaki Tasfiye Komisyonu haberindeki “gayrımenkul emval”in “ganimet” olarak şahıslar tarafından el konulanı dışında kalanları “milli emlâk” olarak devlet mülkiyetine geçirilir. Devlet ne yapacaktır elindeki onca emvali?

Hükümet önce “Metruk emlâkin dağıtılması” konusunu ele alır ve “1924 Anayasası’nın kabulünden önce” görüşür ve; “Erzurum Mebusu Rüştü Paşa ve rüfekasının (arkadaşlarının)Mübadele, İmar ve İskân Kanunu’nun sekizinci maddesine zeylen (ek olarak) (3/217) numaralı teklifi kanunisi” 13 Mart 1924’te kabul edilir.[18] Bu ek kanunun birinci maddesine göre:

“Mübadeleye gayrıtabi eşhasa (esas olarak, 1915’te ve 9 Eylül 1922’den sonra terke zorlanan Ermeniler için kullanılan yeni bir sıfattır) ait olup hükümet yedinde bulunan metruk emlâk ve arsa” malı zarar görmüş veya muhtaç Müslümanlara dağıtılmaya başlandı. Oysa “muhtaç” olandan ziyade İttihatçı şebeke mensuplarına, Müslüman-Türk iş adamlarına, milli kurumlara (Tayyare Cemiyeti, Türk Ocağı gibi) dağıtılmasına imkân veren 22 Şubat 1926 tarihli 748 no’lu kanunla dağıtım iyice yaygınlaştırıldı.[19]

Bu dağıtımdan arta kalan gayrımenkullerin müzayede yoluyla satışına gidilecektir. Ama önce taşınır malların satışına ilişkin kaynaklardan derlediklerimizi resme dahil etmek gerekiyor.

Tuz da Kokarmış

İşte, “ganimet” kaydedilmiş taşınır mallar, iğneden ipliğe kadar müzayede (açık arttırma) ile satılmaya başlanır. Taşınmaz malların da peyderpey satışına başlanmakla birlikte, satılacak malın çokluğu, satın alacak zenginin azlığı nedeniyle, elde kalanlar kiralama müzayedesine çıkarılır.

Dönemin İzmir gazetelerinde ilk göze çarpan müzayede ilanı İzmir Defterdarlığı tarafından verilir:

Saman İskelesi’nde Dimitris ve Şerikleri (ortakları) mağazasıyla Garbiyan Çarşısı’nda Manoli Matçurya ve Mihail Eksinopulo ve Mihail Kotiyadi ve Karagöz … mağazalarında mevcut peynir ve tuzlu balık müzayedeye vazedilmiştir (konulmuştur). Müzayede, Teşrinievvelin (Ekim ayı) ikinci Pazartesi günü akşam zevali (gün batımı) saat beşten sonra en ziyade bedeli veren talibine ihaleyi katiyyesi (kesin ihalesi) icra edilecektir. Müzayedeye iştirak edenler, yüzde on teminat akçesi verecektir. Mesarifi nakliye, dellaliye vesair bilcümle mesarif (bütün masraflar) müşteriye aittir. Defterdarlıkta müzayede heyetine müracaat edilsin.[20]

Peynir ve tuzlu balık da “terk edilmiş”tir ve hemen satışına gidilir. Oysa bu tarihte Hıristiyan İzmirlilerin çoğu hâlâ şehirdedir![21] Şehri henüz terk etmemiş de olsa İzmirli Hıristiyanların malları-mülkleri “emvali metruke” muamelesi görür!

Hatta, şehrin yeni yöneticileri o kadar “ileri” görüşlüdür ki, İzmir ve çevresinde zeytin toplama müzayedesi ilânı verirler.[22]

İzmir’in geri alınışından üç ay kadar sonra gazete ilânlarıyla adı duyulan “Türk Müzayede Salonu” çatısı altında “terk edilmiş taşınmaz mal” müzayedesi duyurulur. Mevcut gazete koleksiyonları içinde rastladığımız ilk ilân 15 Aralık 1922 tarihlidir. İlân metninde o hafta müzayedeye hangi “terk edilmiş taşınır mallar”ın çıkarılacağı duyurulur. Örneğin bu ilk ilânda metin şöyledir:

Bu hafta gayet kıymettar Alman piyanosuyla pirinç kesme birer ve ikişer karyolaları Acem, Kayseri, Uşak, Kula halı ve seccadeleri ve sair bir çok möble çeşitleri satılacaktır. Fırsatı kaçırmayınız.”[23]

Her hafta Cuma günleri tekrarlanan müzayedelerin , başlığın üstünde, “Hükümet civarında Beyler sokağında 31-1 numaralı büyük binada” tarifiyle adres verilir ve en alt satırda “Müzayede sabah saat onda başlar” cümlesiyle biter.

Bir başka müzayedede şunlar vardır:

“… Çay ve yemek tabaklarının çeşitleri, Amerikan iskemleler … ve ipekli kupa takımları ayaklı ve ayaksız Singer dikiş makinaları halis Rusya mamulâtından minesi beyaz semaver körüklü çocuk arabaları tek ve çifte kanatlı aynalı dolaplar kupa ve semaverler sarı ve beyaz madeni sigara masaları ve gramofonlar ve kumaş takımları ve karyolalar yazıhaneler için … kanepe takımları ve saire bir çok möble çeşitleri satılacaktır.”[24]

Bütün bu “lüks” mallar, iflas etmiş İslâm millet zenginlerinin olabilir, denilebilir. Hıristiyan İzmirlilerin taşınır, taşınmaz tüm varlıklarını bırakarak yurtlarını terk etmeye zorlandığı ortamda, rakipsiz kalmış İslâm zenginlerinin icraya düşmesi zayıf ihtimaldir. Üstelik İslâm millet borçlarını sıfırlama ve alacaklarını ganimet kasasından ödeme yolunu da bulunmuştur:

Tegayyüb eden eşhastan (kayıp kişilerden) bazılarının İzmir’in istirdadından mukaddem (geri alınışından önce) tüccara mal bedeline mukabil bankalar üzerine verdikleri çek bedellerinin bankalarca  tasfiye ettirilmek üzere bu gibi çekler sahibinin bir hafta zarfında emvali metruke ser müfettişliğine  müracaatla çekin yeni(den) tasdik olundurmaları lazım gelecek ve müddeti mezkure hitamından (sözü edilen sürenin bitiminden) sonra ibraz edilecek çekler kabul ve tasdik  edilmeyeceği …”[25]

Bu ilân, sermayenin millileştirilmesinde, “kıymetli kağıt” millileştirmesine  bir örnek olabilir. Alacaklı Hıristiyan vatandaşların çekleri “tasdik” ettirilmediği için hükümsüz sayılacaktır.

Yukarıdaki ilânın yer aldığı Anadolu gazetesi ile Duygu gazetesinin sahibi, İzmir’in önde gelen İttihatçılarından Haydar Rüştü, kaçıp sığındığı İtalyan işgalindeki Antalya’dan bir ay önce dönmüş ve hemen gazetelerini yeniden yayınlamaya başlayabilmiştir.[26] Çünkü şehirde “terk edilmiş” matbaa bolluğu vardır.  Aşağıdaki ilân bunlardan biridir:

“Emvali metrukeden Aya Fotini Kilisesi karşısında Nikolaidi matbaasında bulunan makine hurufatın (harflerinin) haddi layık (değeri yeterli) görüldüğü takdirde 2 Teşrinisani 338  (2 Kasım 1922) günü karardade muamelesi ifası takarrur etmişse de (uygulanmasına karar verilmişse de) yevmi mezkurun (belirtilen günün) mevlidi nebeviye (Peygamber’in doğum gününe) müsadif bulunması ((rastlaması) ve ertesi günü de Cuma olmasına mebni (dayanarak) haddi layık görüldüğü takdirde muameleyi mezkurenin 4 Teşrinisani Cumartesi günü yapılacağı ilan olunur.”[27]

Ahırdan ve Ambardan Satış                                                                                                                          

“Terk edilmiş” taşınır mallar çok ve çeşitlidir. İzmir Defterdarlığı’nca açık arttırmaya çıkarılan koyunlar çeşit bolluğuna örnek olmalı:

“Emvali metrukeden olup Karşıyaka Jandarma Kumandanlığı’nın tahtı muhafazasında (koruması altında) bulunan üç yüz yetmiş ras ağnam (süt koyunu) şehir … Salı günü perakende suretiyle on rası tecavüz etmemek şartıyla … satılacağından iştirasına (satın almaya) talip olanların hayvanatın bulunduğu Karşıyaka’ya müracaatları ilân olunur.”[28]

Tren garı ambarları da “müzayede salonu”na dönüştürülür ve bu depolarda tek tek sayılamayacak kadar çok ve çeşitli ticaret malları vardır:

Emvali Metruke Basmahane Satış Komisyonu’ndan: Basmahane İstasyon ambarında mevcut emvali metrukenin 13 Teşrinisani’den (Kasım ayı) itibaren her gün saat 9’dan 12’ye ve 2’’den 4’e kadar satılmasına başlanıldığından talip olanların İstasyon ittisalindeki (bitişiğindeki) barakada in’ikad (toplanan) komisyonu mahsusaya müracaatları ilân olunur.”[29]

Sonsuz çeşitliliği canlandırmaya yardımcı olabilecek son bir örnek:

Beşinci Mıntıka Müfettişliği’nden: Sağur sokağında[30] Corci Papasoğlu deposunda bir el kantarı, 450 boş çuval ve 950 kantar palamut, Şaphane sokağında Celepyan ve Şirinciyan deposunda 4350 boş çuval ve 2500 kantar palamut, Sulumezarlık[31] sokağında Yanko İskorkiyadi deposunda 981 boş çuval ve 1300 kantar palamut.”[32]

9 Eylül 1922’nin üstünden beş buçuk yıl geçmiştir. İlginç bir müzayede çağrısı olur. Bu duyurudaki mallar hem “taşır” hem de “taşınır” niteliklerine sahiptir. Şöyle ki:

Emvali Metruke Müdüriyeti’nden: 1 Adet beş kişilik otomobil, müstamel (kullanılmış) … marka 6 silindirli Sansubat ve bir adet yedek lastiği; 1 adet müstamel kupa arabası; 1 adet müstamel körük arabası; 1 adet … körük arabası… Kışla[33] derunundaki (içindeki) garajda mevcut balada cinsi muharrer otomobil ve arabaların 5 Mart 928 tarihine müsadif (rast gelen) Pazartesi günü saat on dört buçukta satılacağından talipler mezkur otomobil ve arabaları görmek üzere her gün mahalli mezkur (yeri belitilen) ambar memurluğuna  müracaatla görmeleri ve yevmi ihalede hazır bulunmaları.”[34]

Gayrı Menkul Müzayedeleri

Taşınmaz mallar, taşınır mallar kadar çok çeşitlidir ve aynı zamanda coğrafi olarak İzmir ve Aydın sancaklarını içine alan geniş bir alanı kaplar. Gün olur gazeteler, arka sayfaları “metruk mallar” müzayede ilanlarıyla dolu olarak çıkar. O zamanların mevcut gazetelerinde yer alan, belki de ilk gayrı menkul ilânı açık arttırmayla satış değil kiralamadır ve içindeki eşyalar ise satışa konulur.

Altıncı Mıntıka Müfettişliğinden: 38 Numaralı müzayede ka’mesinde (bildirim) Punta’da[35] Bornova caddesinde 72 numaralı dükkan, 39 numaralı müzayede ka’mesinde Tepecik’te Andreya sokağında 55 numaralı dükkan, 40 numaralı müzayede ka’mesinde Tepecik’te Niko caddesinde 38 numaralı dükkan, 41 numaralı müzayede ka’mesinde Mortakya’da[36]  demiryolu üzerinde 195 numaralı dükkan, 42 numaralı ka’imesinde Mortakya’da Sepetçi sokağında 53 numaralı dükkân ve kırk üç numaralı müzayede ka’imesinde fırın, 44 numaralı müzayede kaimesinde Tepecik’te Kemer caddesinde 21 numaralı fırın…

Balada esamisi muharrer (yukarıda adları yazılı) yedi kalem dükkânın bir sene müddetle berayı icar (kiralama için) müzayedesini ve keza dahilindeki demirbaş eşyanın satış müzayedesi 15 Teşrinisani (Kasım)338 tarihinden 22 Teşrinisani tarihine kadar devam edeceğinden talip olanların bu müddet zarfında Punta’da Mesudiye[37] caddesinde 63 numaralı altıncı mıntıkada Emvali Metruke Ser Müfettişliği’ne müracaatları.”[38]

23 Ağustos 1924’te yapılacak Birinci Kordon’da bir dizi konak satışının,30 Ağustos’a ertelendiğinin duyurulduğu müzayede ilânında, (436, 450, 452, 454, 458, 594,  604, 610, 624, 628, 630 ve 662) kapı numaralı 12 konak yer alır. İzmir’i “terk eden” eski sahiplerinin adının verilmediği, büyük ihtimalle “mübadeleye gayrı tabi eşhas”a [yani Ermenilere, T.U.] ait olan bu yalı-konaklar için Emlâkı Milliye Müdüriyeti’ne başvurulacaktır.

Dağıtımdan arta kalan Ermeni gayrımenkulleri vardır ve  bunlardan, müzayedeleri 1929’a kadar sarkar ve  gazetelerde Ermeni emlâki hakkında art arda yazılar çıkar.[39] “Ermeni Evleri Satılıyor” başlıklı ilk haber şöyle:

İzmir’in muhtelif yerlerinde bulunan ve Ermenilerden metruk olan 400 ev müzayedeye çıkarılmak üzeredir. Metruk Mallar İdaresi; İskan Dairesi ile alakası bulunmayan Ermeni emlakini kâmilen (tamamı) tespit ederek satışa çıkaracaktır, bunun için tetkikat yapılmakta ve muamelenin ikmaline çalışılmaktadır. Ermeni evlerinin hepsinin satış muamelesini birden bire yapmaktan maksat bu işlerin bir an evvel bitirilmesi memurların başka işlerle meşgul olabilmelerini temindir. Yalnız önümüzdeki hafta zarfında 120 Ermeni evi satılacaktır.

Bir an evvel bitirilmesi istenen “bu işler”e bir ay sonra Karşıyaka Donanmacı mahallesi Salih Paşa caddesi üzerindeki beş konut müzayedesi ile başlanır.[40] Hepsi iki katlı, ön ve arka bahçeli, müştemilâtlı büyük evlerdir:

59 Kapı numaralı Hayk Mardıros Uncuyan’a ait sekiz odalı hane 12 bin liraya; 29 kapı numaralı Aznif Parsih ve Rupin Papasancıyan’a ait dokuz odalı hane 10 bin liraya; 13 kapı numaralı K.Bergamalıyan zevcesine ait yedi odalı hane 16 bin liraya; 11 kapı numaralı dava vekili Takfor’a ait sekiz odalı 15 bin lira ve 5 kapı numaralı B.Agopyan’a ait yedi odalı 7 bin lira” tahmini bedelle satışa çıkarılır.

Müzayede üzerinde kalan kişi, kesinleşen bedeli sekiz senede ve sekiz taksitte ödeyecektir.”[41]

Şehirden ayrılmaya mecbur edilen Hıristiyan İzmirliler, satmakla bitirilemeyecek ve İslâm milletin satın alma gücü yetmeyecek kadar geniş tarım arazileri ve bağlar bırakmışlardır ve mecburen “yıllık kira müzayedesi” yoluna gidilir. Meselâ Emvali Metruke Müdüriyeti ilânı[42] özetinde olduğu gibi:

Bornova’nın Hamamlı, Köprübaşı Somun,Eski Maşat ve Taş Köprü köylerinde tarlalar;  Dağdibi, Hamamlı, Mersinli ve Eski Maşat köylerinde zeytinlik; Hamamlı köyünde incirlik; Altındağ ve Kokluca köylerinde üzüm bağları…”[43]

Bitirirken

Bu yazı İzmir Hıristiyanlarından ele geçirilen “ganimet”lerin müzayedelerine ilişkin haberler üzerinden, İzmir’deki sermayenin el değiştirmesi ve ekonominin Türkleştirilmesine ilişkin  bilgiler sunmakta. Burada sunulan resmin bütünsel olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü “don-gömlek”, “dükkân-konak”, ”bağ-bahçe” dağıtmak ve satmakla ganimet tükenmez, daha 89 fabrika ve esas olarak geniş yangın alanının satışı vardır.

Talât Ulusoy

(Birikim Dergisi Nisan 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

[1] TBMM Zabıt Ceridesi, devre: 1, Cilt: 22, İçtima Senesi: 3.

[2] Kamusu Türki, Şemsattin Sami; yayımlayan Ahmet Cevat, Dersaadet, 1217 [1802].

[3] Büyük Sözlük, Türk Dil Kurumu.

[4] Kuran-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2012, s. 512.

[5] “Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin Karşı Fetvası”, (16 Nisan 1920), bkz. http://tekadamataturk.tripod.com/kfetva.htmL (erişim tarihi: 5 Ocak 2016).

[6] Nevzat Onaran, Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930): Emvâl-i Metrûkenin Tasifesi-II, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2013, s. s. 119.

[7] “Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin Karşı Fetvası”.

[8] Ahenk, 90Ekim 1922, Vilâyet Havadisleri, s. 2.

[9] Ahenk, 30 Eylül 1922, “7 Numaralı İdarei Örfi Tebliği”.

[10] Ahenk, 28 Eylül 1922, s. 3.

[11] TBMM Zabıt Ceridesi, devre: 1, cilt: 3, îçtima senesi: 3, Gizli Oturum Tutanakları, 29 Kasım 1338 [1922].

[12] Ahenk, 2 Ekim 1922, s. 4.

[13] TBMM Zabıt Ceridesi, devre: 1, cilt: 3, îçtima senesi: 3, Gizli Oturum Tutanakları, 29 Kasım 1338 [1922].

[14] Taner Akçam – Ümit Kurt, Kanunları Ruhu: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 84.

[15] Taner Akçam – Ümit Kurt, Kanunları Ruhu, s. 90.

[16] TBMM Zabıt Ceridesi, devre: 1, cilt: 3, îçtima senesi: 3, Gizli Oturum Tutanakları, 29 Kasım 1338 [1922].

[17] Akşam, 21 Haziran 1924.

[18] TBMM Zabıt Ceridesi, 13 Mart 1923, s. 411.

[19] Nevzat Onaran, Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930), s. 369-371.

[20] Ahenk, 1 Ekim 1922.

[21] 30 Eylül 1922 tarihli ve 7 numaralı bildiri, Ahenk.

[22] Ahenk, 8 Ekim 1922.

[23] Ahenk, 15 Aralık, 1922.

[24] Ahenk, 15 Nisan 1923.

[25] Ahenk, 19 Ekim 1922.

[26] Ahenk, 18 Eylül 1922, Vilayet Havadisleri.

[27] Ahenk, 4 Kasım 1922.

[28] Ahenk, 9 Ekim 1922.

[29] Ahenk, 15 Kasım 1922.

[30] Günümüzde 863 Sokak.

[31] Sağur sokağının devamı, 863 sokakçç

[32] Anadolu, 21 Ekim 1922.

[33] Saat Kulesi karşısında sonradan yıkılan Sarı Kışla.

[34] Anadolu, 24 Şubat 1928.

[35] Bugünkü Alsancak.

[36] Bugünkü Ege Mahallesi.

[37] Bugünkü Kıbrıs Şehitleri Caddesi.

[38] Anadolu, 21 Ekim 1922.

[39] Anadolu, 12 Mayıs 1929.

[40] Bu büyüklükte ardışık evler sadece Karşıyaka sahilinde yer alırdı.

[41] Anadolu, 28 Haziran 1925.

[42] Ahenk, 8 Mart 1928.

[43] Ahenk, 8 Mart 1928.

Yüzleşme Mekânları 5

ISPARTALIYANLAR VE KORDON’DAKİ KONAK

Ispartalıyanlar İzmir’in tanınmış ailelerindendir. Bu yazı bu aile ve Kordon’da yaptırdıkları konağın başından geçenler üstünedir. Ispartalıyan konağı bugün “İzmir Atatürk Müzesi” olarak kullanılmaktadır. Önce, önde gelen bireyleri üzerinden aileyi tanıyalım:
Ispartalıyan ailesi halı ticaretiyle uğraşır. Özellikle Isparta, Kula, Uşak ve Gördes’te dokuttuğu halıları Avrupa’ya satar. İşyerleri Zeytun Çarşısı’ndadır (1). Zenginliğin kaynağı ticarettir, ama ünlenmeleri sadece zenginlikten gelmez. Aile büyüğü Agop Ispartalıyan, 1876’da Meşrutiyet ilânı ertesinde toplanan ilk Meclis’e Aydın, Saruhan ve Menteşe vilayetleri adına giden İzmirli mebuslardan biridir.
Eşit haklı anayasal düzenden hoşnut olmayan ayan-eşraf İslâm ileri gelenleri Sultan Abdülhamit’e baskı yapıp, Meşrutiyet’i askıya aldırınca, Agop Efendi İzmir’e, işinin başına döner gelir ve on dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru girdikleri halı işini hızla büyütür. 1875-1880 Yıllarında Kordon’da, Bella Vista’da (şimdi Gündoğdu) büyük bir konak yaptırır. Konak arka avlusuyla Paralel Sokak’a (şimdi İkinci Kordon) kadar uzanır.
Yirmiyi aşkın odası ve geniş salonuyla pek çok İzmirlinin ağırlandığı konağın baş konuğu Aydın valiliği yaptığı sırada Hüseyin Avni Paşa’dır. Paşa da bir Ispartalı olduğundan, yakın dostu Agop Efendi’yle Isparta ağzıyla Türkçe konuşmanın keyfinden midir nedir, sıkça bu Konak’ta kalır. (2)
Agop Efendi çok zengindir, ama “kendine Hıristiyan” değildir. Kardeşi Hovhannes ile birlikte ticarette kazandığıyla İzmir Ermenilerine eğitim ve sağlık konularında el uzatmaktan geri durmaz. Ermeni Mahallesi’nde 1801’de inşa edilen ve İslâm millet yoksullarına da kucak açan Surp Lusavorçyan Hastanesi 1879’da onun ve kardeşi Hovhannes Ispartalıyan’ın bağışlarıyla yenilenir. Ermeni milleti onlara minnetini göstermek için hastane avlusuna heykellerini diker. (3)
Babadan Oğula
Kanun-ı Esasi 1908’de yeniden yürürlüğe sokulduğunda, bu kez oğul Istepan mebus seçilir. Az ve öz konuşan biridir ve mebusluğu süresince verdiği sadece iki önerge vardır. Birincisi “Uzak Anadolu vilâyetleri halkının durumlarının iyileştirilmesi için gerekli önlemlerin alınması” (4) hakkındadır. 25 Şubat 1909’da Meclis’in on dokuzuncu oturumunda madde madde okunan önergede şunların ivedi olarak yapılmasını istenir :
1- Halkın zorbalara (mütegallibin) vermek ve ödemek zorunda olduğu çeşitli vergilerin kaldırılmasıyla, zorbaların hizaya getirilmesi.
2- Adalet düzeninin tamamlanması.
3- Hamidiye Alayları’nın düzeltilmesi ve temelden kaldırılması.
4- Müslüman olmayan halktan da asker alınmasına ilişkin yasa tasarısının bir an önce incelenip uygulanması.
5- Ülkelerine dönen Osmanlı göçmenlerinin gasp edilmiş emlâk ve arazilerinin kendilerine geri verilmesi.
6- Vergi borçlarının affı.
7- Rumeli Vilâyatı Selasesi’ne (Selanik, Kosova, Manastır-tu) uygulanan vergi (aşar), jandarma ve köy bekçileri usullerinin Anadolu vilayetlerine de uygulanması.
8- Yüksek okul bitiren memurların uzak vilâyetlere de atanmasına çalışılması ve bu memurların yakın vilâyetleri tercih etmelerine izin verilmemesi.
9- Uzak vilâyetlere satılan hububat vergisinin iki seneye kadar kaldırılması ve bazı ekonomik önlemlerin alınması.”
İkinci önerge daha sonra verilmiş olsa da, daha önce, 19 Şubat 1908 tarihinde okunmuştur ve “Osmanlı memleketlerindeki yabancılar hakkında alınması gerekli önlemler” (5) hakkındadır. Beş maddelik önergenin ilk iki maddesinde şu sözlerle “kapitülasyonlar” eleştirilir:
1- Yabancı şirketlerin esas yasa ve ayrıcalıklı haklarını incelemek amacıyla Meclisi Mebusan tarafından özel bir komisyon oluşturulması.
2- Sözü edilen hak ve ayrıcalıkların değiştirilmesi kabul edilmese bile, devletin gücüyle ilgili olanları yürürlükten kaldırmak…
Her iki önergesinde Meclis’in öncelikle ele almasını istediği maddeler, Istepan Efendi’nin Osmanlı halklarının ve devletinin çıkarları için titizlendiğini gösterir. Istepan Ispartalıyan, Ocak 1911’de Meclis’in feshine kadar mebusluk görevini sürdürür.
Son Kuşak Ispartalıyanlar
1908 Yılında İzmir’de “Ispartalı Biraderler, Yervant Ispartalı ve bir de T.Ispartalıyan ve C. Ispartalıyan biraderler” diye üç tüccar vardır(6). İkinci Kordon’la Eski Balık Pazarı, diğer adıyla Saklı Cadde arasında kalan bir büyük han ve ayrıca iki Kordon’a da cephesi olan iki han sahibidirler. İkincisi ünlü demir-çelik fabrikatörü İsigonislerin makine sergisiyle duvar komşusudur. Macedonya, Rumeli ve Kidonya otelleri de bu sıradadır (7).
Bu varlıklı halleri, Ispartalıyanların halı ticaretinde tekel olduğunu düşündürebilir. Oysa bu alanda ciddi rakipleri vardır. Örneğin Silikciyan, İspencyan ve Kahyayan adlı halı tüccarları Ispartalızadelere karşı birleşir, ona karşı İzmir merkezli bir “Ermeni Şark Halıları İmalat ve Ticarethaneleri” adıyla ortaklık oluşturur (8); İstanbul, Selanik Kayseri Sivas’ta şubeler açarlar, ama nafile, baş edemezler Ispartalıyanlarla. Orta Asya’dan, Sincan’dan yün ve ipek halılar getiren Baltazanos da, İran halısı ticaretiyle ünlü Lambiki Konstanidi ve Koroni de baş edemez bu rakiple; hele ilk halı fabrikasını kuran Polidoru (9) hiç baş edemez. Makine halısı tezgâhta dokunanın yerini tutamaz çünkü.
Birinci Dünya Savaşı, İzmir’de ekonomik canlılığın hızını kesse de, savaş ertesinde Ispartalıyan halıları için Avrupa pazarı yeniden açılmaya başladığı sırada, 9 Eylül 1922 günü İzmir, Ankara Hükümeti kuvvetleri tarafından geri alınır ve 1915 “Tehcir Kanunu” hışmından kurtulabilen İzmir Ermenileri, Rumlarla birlikte göçe zorlanır. “Örfi-idare” (sıkıyönetim) bildirilerinden anlaşıldığı üzere, 18-45 Yaş arası Ermeni ve Rum erkekler kamplara gönderilmek üzere toplanır ve kalan çocuk, kadın ve yaşlıların da memleketi terk etmeleri emredilir (10). Terke zorlanan diğerleri gibi Ispartalıyanların da taşınır ve taşınmaz bütün malları “emvali metruke” (terk edilmiş mallar) olarak adlandırılacaktır artık!
“Emvali metruke”ler ilk günlerde “ganimet” olarak kapanın elinde kalır ve bu durum Ankara’da, Meclis’te uzun tartışmalara yol açar. (11) Ispartalıyan konağı da “ganimet”tir, ama kimseye kaptırılmamış, “milli emlâk” defterine kaydedilmiş bir “ganimet.”
İçindeki nadide eşya ve halılarıyla “terk edilmiş” konağın; “Tüm zemin kat tabanı büyük boy mermer plakalarla döşelidir. Salonda yerde 34,5 m²lik Uşak halısı, sağ ve sol nişlerde mermer heykeller, büyük kristal ayna … vardır. Sağ ve soldaki odada ve küçük salonda 19. yüzyıl stili nefis şömineler vardır. Birinci kata çıkan merdivenlerin başında aplik görevi yapan 2 adet tunç şövalye heykelciği vardır…”(12) Şövalyeler ve şömineler konağın ayrılmaz parçaları, Uşak halısı ise Ispartalıyan sülâlesinden kalan bir “acı” hatıradır büyük olasılıkla!
Hoş Gelişler Ola Gazi Paşa!
“Atatürk, 12 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi için geldiğinde bu evde ilk kez konaklamış, toplantılarını ve kişisel çalışmalarını burada sürdürmüştür. Kongre bitiminde Karargâh taşındıktan sonra hazine, binayı Naim Bey’e (Naim Palas) otel olarak kullanmak üzere kiralamıştır.”(13)
“Kurtuluş”tan altı ay sonra “Ulu Önder”in ağırlanabildiği yer dayalı döşeli olsa gerektir. Yani diğer pek çok ev, köşk, konak gibi içi boşaltılamamıştır (14).
“16 Haziran 1926’da İzmir’e gelen Atatürk, İsmet Paşa ile birlikte Naim Palas’ta kalmıştır.” Atatürk çok beğenmiş olmalı ki, “13 Ekim 1926’da bina İzmir Belediyesi tarafından satın alınmış ve bazı yeni eşyalar da konularak Atatürk’e hediye edilmiştir. Atatürk 1930-1934 yılları arasında İzmir’e her gelişinde hep bu evde kalmıştır…” (15)
Burada karanlıkta kalan bir nokta var: “Terkedilmiş mallar”ın talandan arta kalanları, idare tarafından, şahıslara “müzayede” ile satılır ya da kiralanır, ya da, merkezi yönetim ve belediyeye ihtiyacına göre tahsis edilebilir. Ispartalıyan konağı belediye tarafından satın alındıysa, kaç paraya satın alınmıştır? Yok, gösterilen ihtiyaca dayanarak belediyeye verilmiş ise, İzmir Belediyesi ne tür bir ihtiyaç belirterek almıştır bu konağı?
Binanın tapusu “Ulu Önder”in üzerine yapıldıktan sonra, iç mekânlar yeniden işlevlendirilir: “1.katta Atatürk’ün kullanım odaları bulunmaktadır. Bunlar: Toplantı salonu, çalışma odası, yatak odası, misafir odası, berber odası, muhafız odası, bekleme-kabul odası, kütüphane, yemek odası ve banyodur. Toplantı salonunda ortada yeşil çuhalı rulet masası ve etrafında 12 adet Cosmos marka sandalye yer almaktadır. Salon duvarlarına dayalı 10 adet küçük boy maun sandalyelerin arkalıklarındaki çini plakalar üzerinde Shakespeare’nin eserlerinden kimi sahneler canlandırılmıştır. Yatak odasında maun karyola, 2 komidin, 2 kadife koltuk, 1 kanepe, 1 şezlong, 1 markiz, 3 dolap vardır. Yatak odaları günün modasına göre döşenmiştir. Kütüphanede Fransızca bir ansiklopedi bulunmaktadır. Çalışma odasında meşe kaplama çalışma masası ve onun üzerinde Atatürk’ün kullandığı yazı takımı vardır. Odalar bronz dolama heykeller, vazolar ve yağlıboya tablolarla süslenmiştir…” (16)

Altı yıl sonra eski Ispartalıyan konağı, yeni sahibinin adıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün konağı bir kez daha şehir meclisi (belediye meclisi) gündemine gelir. Belediye başkanı Dr. Behçet Uz Daimi Encümen’den gelen mazbatayı okur:
Başkan: “Gazi Konağı mefruşatına dair 1500 liralık tahsisat münakalesi için” daimi encümen mazbatasını okur:
“Gazi hazretlerinin konaklarında evvelce satın alımı tamamlanmayan yatak takımlarının noksanlığı dolayısıyla her an için kullanıma hazır şeklinin korunması amacıyla tamamlanması gerekli olan ve bayii ile anlaşılan eşyanın satın alınması için 1500 liralık ödeneğe ihtiyaç bulunduğuna ve bütçenin, misafir ve ziyaretçi ağırlama tertibinde halen mevcut olan ödeneğin yetmeyeceğinin anlaşılmış olmasına dayanarak söz konusu bu iş için 1500 liralık ödenek eklenmesini gerektiği için, sigorta şirketlerinden tahsil olunan itfaiye payının bütçede kabul edilen 20000 lira olduğu halde 27 Nisan 932’ye kadar 15,177,75 lira fazlasıyla, 37,177,75 lira tahsilat vuku bulmuş olduğu için söz konusu fazlalıktan … 1500 lirasının misafir ve ziyaretçi ağırlama tertibine ek ödenek olarak konulması konusunun görüşülmesine ilişkin belediye başkanlığının 30/4/932 tarih ve 5031 no’lu yazısı incelenerek ve gereği görüşülerek, konunun ilgisi dolayısıyla görüşülmesi ve gereğinin karara bağlanması için evrakının takımıyla şehir meclisi sayın heyetine sunulmasına” karar verildiği yazar mazbatada (17).
Atatürk, “İzmir”in kendisine hediye ettiği bu konakta, İzmir’e yaptığı yedi ziyarette toplam 35 gün kalmıştır (18).
Fedakâr İzmir
Elbette İzmir halkı “Ulu Önder”i için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz. Ancak, belediye bütçesinden ayrılan parayla satın alınmış ve belediye meclisi kararıyla “tapusuyla” hediye edilmiş bir evin altı yıl sonra yatak takımının yine belediye bütçesinden karşılanması gariptir. Üstelik şehir bütçesi çok kısıtlıdır ve hayati ihtiyaçlar karşılanamamaktadır.
İlginç tesadüf, “yatak odası mefruşatı” kararının alındığı oturumdan bir öncesinde İzmir Valisi Kâzım Paşa’nın bir mektubu okunmuştur. Şöyle yazar vali paşa:
“… Halka hakkıyla faydalı olabilmeyi sağlayacak esasları tespit ve bu esasları göz önünde bulundurmak ve başarmakla belediyeleri görevli kılmış olan kanunlarımızın emirleri incelenirse, belediyemizin yapmakla görevli olduğu şeylerin en esaslılarını bile yapamadığı görülür… En doğal ve zorunlu sayılabilecek olan akıl hastaneleri, hastaneler, dispanserler, doğum evlerimiz yoktur… Bu kurumların belediyece tesis edilmemiş bulunuşunda kanuna uygunsuzluk olduğu görülür… Belediye hekimlerinin… esnafın belirli denetimlerini, gıda maddelerinin sağlığa uygun olmasını sağlamak gibi en esaslı ve sayılı görevlerinden birini tamamen yerine getirememek durumuna düştüğünü söylemek bile gereksizdir…. Belediyemiz hekim kadrosunun yetersizliği ve mevcut hekimlerin sağlık denetimlerine bile yetişemedikleri meydanda olmakla beraber, fakir halkın muayeneye, tedaviye muhtaç hastalarının ihmali doğru görülmeyerek mevcut hekimlere bir de adeta dispanser muayeneleri görevi yüklenmiştir… Bunun içindir ki belediyenin mevcut sağlık ve hayır işleri kadrosunun… genişletilmesi zorunluluğuna dikkat çekiyoruz… Binlerce fakir hastaların dertlerine çare bulunmasını sağlamak için; En aşağı iki üç tane dispanser kurulmasını; Çocuk Yuvası kadrosunun genişletilmesini;.. Salgın hastalıklar istilasına mani olan… tebhirhane (tütsüleme evi) inşası için, bu seneden itibaren mümkün olan ödeneğin ayrılmasını gerekli gördüğümü belirtmek isterim efendim. 27/4/932” (19)
Üstelik meclisin üçüncü oturumunda Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz parasızlık derdiyle sızlanmaktadır:
“Geçen gün yağan yağmur yaz yağmuru olduğu halde yine bir çok lağımlarımızı patlatmıştır, her sene zararımız artmaktadır. Buna rağmen önümüzdeki sene için bütçemize bir şey koymak imkanını bulamadık… bütçede görüleceği gibi lağım için ancak altı bin lira kadar bir para koyamadık… İlk tedbir olarak 70 bin lira lazımdır…” (20)
İzmir’e hastane, dispanser lâzımdır, hekimler lâzımdır, kanalizasyon ve yağmur suyu tesisatı lâzımdır, ama kasada para yoktur. Yine de “Gazi Paşa Konağı” için masraftan kaçılmaz!
“Atatürk’ün vefatı üzerine, ev kız kardeşi Makbule Baysan’a veraset yoluyla intikal” eder ve 25 Eylül 1940’ta İzmir Belediyesi binayı müze yapmak üzere” (21) bir kez daha satın alır!
İzmir şehri, 1926’da satın alıp sağlığında Atatürk’e “hediye” ettiği Ispartalıyan (ya da son sahibinin adıyla Takfor Efendi) Konağı’nı, Atatürk’ün ölümünden sonra, 1940’ta, bu kez de varisinden satın alır ve merhum Ata’sına “Atatürk Müzesi” olarak bir kez daha hediye eder.

Talât Ulusoy
Tarih Vakfı, “Toplumsal Tarih” dergisi Aralık sayısında yayınlanmıştır.
Dipnot:
1) Engin Berber, “İzmir 1876-1908, Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette İzmir”, s.53
2) The “Loyal Nation” and Its Deputies. The Armenians in the First Ottoman Parliament, Elke Hartmann, s.199
3) 4.Tarih İncelemeleri Dergisi XXIX / 2, 2014, 405-443 “Cumhuriyet Öncesi Dönemde İzmir Hastanelerinin Mekânsal Gelişimi, Didem Akyol Altun
4) “Anadolu vilâyatı baide ahalisinin ıslahı ahvaline dair takrir”, TBMM Zabıtlar, c002 39, s.224;225
5) “Memalik-i Osmaniyenin müessesatı ecnebiye hakkında ittihazı muktazi tedabire dair takrir”, TBMM Zabıtlar c002, 39, s. 224
6) CHARLES Edouard Goad, 1905 tarihli İzmir Sigorta Haritaları , İzmir Milli Kütüphanesi
7) age
8) age, index.
9) Engin Berber, “İzmir 1876-1908, Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette İzmir, s.111
10) 18 Eylül 1922, 5 No’lu Beyanname ve 2 Ekim 1922 7 no’lu beyanname. Ahenk (İzmir) gazetesi.
11) TBMM Gizli Oturum Tutanakları 11.9.1922; 29 Kasım 1922; 25 Kasım 1922; 7 Aralık 1922,
Ayrıca bkz. “Büyük İzmir Soygunu” Talât Ulusoy, https://yuzlesmeatolyesi.wordpress.com
12) http://www.kultur.gov.tr/izmir ataturk-muzesi
13) http://www.kultur.gov.tr/izmir ataturk-muzesi
14) Bkz. “Büyük İzmir Soygunu” Talât Ulusoy, https://yuzlesmeatolyesi.wordpress.com
15) Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri ve Kaynakçalı Kronolojisi, Latif Taşdemir
16) http://www.kultur.gov.tr/izmir ataturk-muzesi
17) İzmir Belediyesi Şehir Meclisi toplantısı, 1932 Nisan zabıtname defteri, 6. Oturum s.13
18) Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri ve Kaynakçalı Kronolojisi, Latif Taşdemir
19) İzmir Belediyesi Şehir Meclisi toplantısı, 1932 Nisan 5. Oturum zabıtname defteri, s.2-3
20) İzmir Belediyesi Şehir Meclisi toplantısı , Nisan 1932 /3.Oturum zabıtname defteri,,s.19
21) http://www.kultur.gov.tr/izmir ataturk-muzesi

BÜYÜK İZMİR SOYGUNU

İzmir Hatırlıyor: BÜYÜK İZMİR SOYGUNU

9 Eylül 1922. “Yunan denize dökülür”, İzmir “kurtulur”.. Denize dökülen Yunan değil, kuşaklar boyu burada yaşamış İzmirli Hıristiyanlardır. “Kurtuluş”un üstünden dört gün geçer, İzmir yanmaya başlar. 18 Eylül’e varasıya günler boyu yanar güzelim şehir. Bu “Büyük Yangın” Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmez (1), ama 9 Eylül günü “kurtuluş” ile başlayan “Büyük İzmir Soygunu” pek bir ateşli(!) tartışılır…(2)

11 Eylül günü, yani henüz ilâhlar İzmir’i alevlere atmadan, Burdur milletvekili İsmail Suphi ve arkadaşları, “kurtarılmış yerler için önlemler alınması” için bir önerge verir.

Dört maddelik önergenin son maddesinde; “Terkedilmiş mallar ve düşmandan alınan ganimetlere Hazine adına el konularak sahip çıkılması; kurtarılan illerimizde maliye ve idare işlerinin kurulması ve düzenlenmesiyle, normal durumun hızla geri getirilmesi” istenir. Buradan anlaşılıyor ki “ganimet” toplama yarışı, yani soygun yangından önce başlamış!

İsmail Suphi Bey’in önergesi üstüne ilk söz alanlardan biri, Cumhuriyet’in ilk Milli Eğitim Bakanı, Saruhan milletvekili Mustafa Necati’dir:

  • Bendeniz İzmirli olduğum için memleketin bugün nasıl bir durum içerisinde bulunacağını canlandırabiliyorum… Yarın, itiraz başlayacaktır. Herkes bir diğerine iftira edecektir. Bunların bir an evvel giderilmesi gerekir. Oysa, henüz bu yerlere ne Hükümet memurları gitmiş ve ne de Hükümet göreve başlamıştır. Oysa efendiler, ordunun girdiği yerde derhal hükümet (sivil yönetim-tu) başlarsa dışarıya karşı durumumuz daha emin, daha sağlam olur…”

Herkes bir diğerine iftira edecekmiş! Neden acaba?

Yine bölge milletvekillerinden, Aydın milletvekili Dr. Mazhar uzun konuşmasında;

  • Hükümetin … gayet hatalı olarak adımlar attığını, hatalı yollarda yürümekte olduğunu…

Vurgular.

Konuşmalar çoğunluğu rahatsız etmiştir. Yeterlilik önergesi verilir ve kabul edilir ve önerge Bakanlar Kurulu’na gönderilir. Üç aya yakın Bakanlar Kurulu’’ndan da, Meclis’ten de ses çıkmaz. Ta ki…

Sessizliğin Ortasında

25 Kasım Cumartesi günlü Meclis oturumunda Kütahya milletvekili Ragıp Bey, kendisine İzmir’den gönderilen bir mektubu okur kürsüden. Mektup “Kurtarılmış yerlerdeki terkedilmiş mallar üzerinde yapılan yolsuzluk” hakkındadır. Bir de Denizli milletvekili Yusuf beyin gönderdiği ve önerge olarak kabulünü istediği “kurtarılmış yerlerin durumu” hakkında bir telgraf vardır. Bu mektup ve telgraf sessizliği bozar, “soygun” tartışmaları yeniden alevlenir. Yüzleşme için “ibretlik” konuşmalar sahnelenir Büyük Millet Meclisi’nde. Aşağıda, konuşmaların siyasi ve sanatsal (!) önemi de göz önüne alınarak yapılmış genişçe bir aktarıma yer veriliyor, sadeleştirilmiş ve yorumlar eklenmiş olarak.

Sanatsal önemi de neymiş denilmesin, burada, “milli” romanlarda ve “milli” tarih kitaplarında hiç yer verilmeyen, belki de “Çılgın Türkler” tiyatro oyununda kullanılabilecek çok zengin malzeme var gibi!..

Yusuf Bey’in telgrafı; “Hükümetin mühür altına aldığı veya elinden alarak topladığı mallar tümüyle boşa gitmektedir” diye başlar ve devam eder:

Yağma edilen mallar için yağmacılar üçer, beşer yüz lira vererek Emvali Metruke (Terkedilmiş Mallar) Komisyonu başkan ve komisyon üyeleriyle uzlaşıp ellerindeki malları serbest olarak çıkarmaktadır. İçinde kırk beş, elli bin liralık (bugünün parasıyla (siz 100 milyar anlayın-tu) mal olan bir mağazayı komisyona üç dört bin lira veren ve hiçbir iş bilmeyen kimseler açıp içindeki malları serbestçe satmakta iken şiddetle ihbarlar yapılması üzerine bu defa malları mağazadan aşırdıktan sonra içerisinde kalan çürük, çarık birkaç parça üzerine Hükümet tekrar mühür basıyor. Sanki bununla halkı aldatmak istiyor… Bunlar şimdi komisyonun bilgisi altında yüz binlerce (siz trilyonlarca anlayın) liralık mala belge veriyorlar. Hâlâ ellerindeki üç beş yüz liralık eski faturanın içindekiler bitmiyor. Her gün mağazalar boşalıyor,.. Urla’ya gittim. Urla’da beş bin İslâm, otuz bin Hıristiyan varmış. Hıristiyanlar tümüyle defolup gitmişler. Burasının biricik geçimi üzümcülüktür. Koca Hükümet buradan iki bin okka üzüm ele geçirebilmiş. Fakat bir tüccar altmış bin okka üzüm toplamış…” diye benzeri örnekleri sıralar…

Urla halkının yüzde seksen beşi “defolup” gitmiş. Evini, bağını, çiftini, çubuğunu bırakmış; torunu, torbası, kadını ve yaşlısıyla “vatan”ını bırakıp gitmiş! Hıristiyanmış onlar ve tümüyle gitmiş! Yusuf Bey’in, “Hükümetin birilerinin elinden alarak topladığı” mallar dediği bu Hıristiyanların malları. Birisini evinden, bağından “zor” ile gönderir de malına el koyarsan, bu eyleme hukukta “gasp”, siyasette “zafer” derler.

Söz alan Erzurum milletvekili Salih Efendi (Erzurum) olanların farkında olmalı ki, çok açık konuşur:

  • Efendim vaktimizi harcamayalım. Her şey yağma edilmiş, mesele bitmiştir…
  • … Yapılan işler bizden gizlidir. Fakat halk konuşuyor. Halk bunu pekâlâ biliyor. Milletvekilleri gitmişler birtakım entrikalar çevirmişler diyorlar. Ben de bir milletvekiliyim. Bunu da ben kabul etmediğim gibi arkadaşlarım da kabul etmez. (Hâşâ sesleri) Meydana çıkmalı, kim bu kötülüğü yaptıysa hakkında gereken ceza uygulanmalıdır

Der konuşmasında Yahya Galip Bey (Kırşehir).

Milletvekillerinden gizli yapılan iş nedir, yapanlar kimlerdir? “Vatan haini” midir nedir bu milletvekili, kavgada bile söylenmezken, “Kurtarıcı Meclis”te söylenecek söz müdür bunlar!

Böylesi “sorumsuz” konuşmalar yüzünden, iş “gizli mi, açık mı görüşelim” tartışmasına gelir dayanır.

İbadet Açık, Kabahat Gizli

  • Efendim, yolsuzluk vardır. Rica ederim, yolsuzluğun açık oturumda söylenmesi uygun olmayanlarını pekâlâ gizli oturumda söyleyelim. Fakat açık oturumda da meseleyi konu ediniz ki, kötülüğü yapanlar meydana çıksın. Niçin bu görüşme olmuyor da günden güne erteleniyor? Meseleyi derhal görüşmeli ve çok açık olmalıdır ve bu meseleye çok önem verilmelidir.

Bu sözler Hakkı Hami’ye (Sinop) ait.

  • Arkadaşlar, bugün Karadeniz’den Akdeniz’e kadar bütün memleket soyulmuştur… Bunu açık görüşmeli. Halka duyurmalıyız. Eski hükümetin yaptığı gibi hırsızlığı biz de saklarsak doğru olmaz.”

Kürsüdeki bu sesin sahibi Kütahya’dan, Besim Atalay. Besim Bey “eski hükümetin hırsızlığı” derken, İttihat Terakki hırsızlıklarına mı dokunduruyor? Ermeniler’den 1915’te çalınan malları, alınan canları mı hatırlatıyor!?

Antalya milletvekili Rasih Efendi:

  • … Arkadaşlar bu okunan telgraf üzerine Meclis’in bu meseleyi açık oturumda görüşmesi Meclis’in onur meselesidir… Meclisin, bu meseleyi gizli oturumda görüşeceğim demesi, bu meselenin saklanacak yanı var demektir…

Diye konuşan Hoca Rasih Efendi ibadet gibi “kabahat”in de açık olmasını öneriyor.

Görüşmelerin “gizli” olmasını isteyen İbrahim Süreyya (Saruhan) tepki gösteriyor:

  • İzin verir misiniz?… Milletvekilinden söz ediyorlar. Onu açıklasınlar…

Yahya Galip Bey hemen açıklıyor:

  • Milletvekili de var, hepsi de var işte… Beyefendiler; işittim, milletvekillerinden bazı kimselere eşyasıyla beraber ev verilmiş ve bu arada Süreyya Beye de bir ev verildiğini işittim. Demek ki, onu söyletmek istiyorlar. Kendisine 40 bin liralık bir ev verilmiş.

Ayıp ediyorsunuz Yahya Galip Bey! Trablusgarp’tan beri Mustafa Kemal Paşa’nın ve İttihat Terakki’nin yolundan ayrılmayan, hatta “çakma” Türkiye Komünist Fırkası kurucusu bile olan Süreyya Bey’e bir değil bin köşk verilse yeridir.

Besim Atalay (Kütahya) iki arkadaşını örnek göstererek başlar sözlerine:

  • Terkedilmiş mallar meselesi hakikaten pek kötü bir şekil almıştır. Hele ev meselesi. Arkadaşlar, ben arkadaşınız iki kişiyi kaybettim. Oturacak evlerini İzmir ‘de aldılar. Allah şahit olsun. On defa haber gönderdim. İki defa ayaklarına vardım… 40 bin, elli bin liralık evlere kondular. Ben medreselerde de yatarım, iftihar ederim. Arkadaşlar ben kuru fasulye de yemeye alışkınım. Bana lâzım değil onların vereceği şey. Ben çalışır, kazanır, yerim. Gidin, görün, bugün evlerde kimler oturuyor?.. Nasıl yârân ve ahbaplara peşkeş çekildi gidin, görün! Urla meselesine gelelim: Bundan bendeniz de haberdarım. Hakikaten Urla’dan birçok üzümler aşırılmıştır. Bakalım sonucu ne olacak? Biraz sonra kimlerin parmağı olduğunu da burada söylerim. (Şimdi söyle sesleri) Hayır şimdi olmaz. Soruşturma bitmedikçe olmaz. Meseleyi zorlaştırırız. Bir de yalnız Urla üzümleri değil, Aydın incirleri meselesi var. Zavallı Ahenk Gazetesi bar bar bağırdı. Aydın’in Nazilli’den Çine’ye kadar uzayan incirleri hakkında bağırdı, Hacı Atıf Efendi hocamız da burada söyledi, bağırdı. Sonra ne oldu bilmiyorum. Mühür altında bırakılan malların bir kısmı da sorumsuz ellerle, güya bugün askeriyenin ihtiyacı var diyerek mühürleri kırıldı. Oradan birçok mallar alındı, aşırıldı arkadaşlar. Bunlara karşı bir şey yapmak, yapamadık ve olamıyor… Arkadaşlar, bu konuya dair çok iyi oldu ki, açık oturum yaptılar. Çünkü memleketin dertlerini açık konuşalım… Bunu açıktan konuşursak memleketin de Meclisimize karşı bağlılığı artar…”

Bu sözler üstüne tartışmalar daha da kızışır.

Taşınır ve Taşınmaz Mallar İtinayla Aşırılır …

Aynı zamanda Afyon’da konuşlanan 23.Tümen komutanlarından olan Karahisarı Sahib (Afyonkarahisar) milletvekili Ömer Lütfü Bey de “vatan haini” değil ya! Bakın ne lâflar etmiş muhterem:

  • Ev meselesi hakkında arkadaşlardan işittiğime göre herkes evlere girdikten sonra hükümet gelmiş, eşyayı tespit etmiştir. Dışarıdan gelenlerin birçokları henüz eşya tespit edilmeden aşırmışlardır. Heyet geldikten sonra hakikaten eşya tespit edilmiştir. Fakat ondan evvelki vakitte gelenler değeri belirlenmeyerek birçok değerli eşyaları aşırmışlardır.

Bu “haince” sözler askeri asker ile karşı karşıya getirir. İttihatçı suçlarından ötürü mahkûm olup Malta’ya sürülenlerden olan İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar) Bey çıkar kürsüye:

  • Konu olan mesele terkedilmiş mallar meselesidir. Özel kanunu var, bu kanun uyarınca terkedilmiş mallar Maliye Bakanlığı’nın denetimi ve emri altında olan komisyonlar tarafından idare olunacaktır. Buna İçişleri Bakanlığı’nın hiçbir biçimde karışmaya hakkı yoktur. Bu konuyu İçişleri Bakanlığı’na yönelteceğinize ilgili bakanlığa yöneltiniz. İşte Maliye Bakanı Bey arkadaşımız oralarda uzun uzadıya dolaşmış, gezmiş ve önlemlerini almış ve Meclis’e sunmak için fırsat arıyor. Bundan dolayı durumlar böyle iken “İçişleri Bakanı ne yaptı?” demek, bilmem ne dereceye kadar doğrudur.

Der ve maliye bakanını ortaya sürüp savunmaya çekilir. Ama salondan gelen itiraz ve sorular çekilmesine izin vermez:

  • İzmir Valisi, gerek İzmir’in kendinde ve gerek İzmir’e bağlı yerlerde olan yolsuzluklar için önlemler almak için yüce makamınızdan, yüce bakanlığınızdan bazı emirler almak istemiş, fakat siz buna cevap vermemişsiniz.

Siirt milletvekili Kadı Mustafa Sabri Efendi’den gelir bu sorgu.

  • Diğer illerden ayrı olarak bu durumun önemine göre orası için bir özel önlem alınmış mıdır? Yoksa alınmamış mıdır? Sorduğum budur. İzmir’de cereyan eden durum her halde büyük bir ticaret yeri olmasından ötürü birçok özel önlemleri gerektirebilir. Emniyet meselesi, meselâ, malî, idari, güvenlik için bir takım önlemler lâzımdır.”

Selahattin (Köseoğlu, Mersin) tarafında İzmir’in özelliğine yapılan bu vurguyla Bakan bey yine savunmaya çekilir:

  • İzmir’in büyük bir ticaret şehri ve gayet önemli bir merkez olması itibariyle malî meseleler bakımından önlemler almak gerekirse önlemleri sanırım İçişleri Bakanlığı’nın değil, İktisat (Ekonomi) Bakanlığı’nın alması gerekir.

Büyük Meclis’te koca bakan beyler top çeviriyor. Top şimdi de ekonomi bakanında!

Ekonomi Bakanı, daha sonra adalet bakanlığıyla ünlenecek Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’dedir. Ondan önceki ekonomi bakanı Mahmut Celâl (Bayar) Bey’dir! İkisi de “ekonomi” kariyerlerini İzmir üstünde geliştirmiş şahsiyetlerdir. Mahmut Celâl uzmanlığını geçmişinde “Rum tehciri” ile ispatlamıştır. İkisi de, içişleri bakanının sözlerini hiç üstüne almaz!

Yağma İzmir’in Altını

Mektup üzerine tartışmalar yeterli görülür, telgrafa geçilir. Telgrafta “Terkedilmiş mallarda görülen sınırsız yolsuzlukların önüne geçerek Hazinenin haklarının korunması” talep edilmektedir. Önceki görüşmeler bu önerge için yeterli görülür ve geçilir.

Konu unutulmuş gibidir! Nihayet 27 Kasım günü verilen ve 29 Kasım’da görüşülen “gensoru” ile hatırlanır. “Gizli Oturum”da ele alınan gensoru, “Kurtarılmış yerlerdeki terkedilmiş mallar hakkında”dır ve Maliye Bakanı’na yöneliktir.

Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey hakkındaki gensoruyu cevaplarken, terkedilmiş malların büyüklüğüne ölçü olacak çok anlamlı bir söz eder:

  • Efendim, İzmir’de bütün terkedilmiş mallar, yanan kısmı hariç olmak üzere, terkedilmiş malların taşınabilir kısmı – miktar ifade edemem, çünkü henüz nakde çevrilmemiştir… aciz tahminime göre Milli Mücadele’nin başlangıcından bu sene sonuna kadar olan açıklarımızı kapatabileceğini ümit ediyorum

Ne kadardır bu açık? “Yanan kısmı hariç” deniyor, yanan kısımdan “aşırılan” altınlar, ziynetler ve sair kıymetli “hafif” mallar dahil mi?

  • Ordunun taarruza kadar iki milyon yüz bin liraya ihtiyacı olduğu hesaplanmıştı.” Büyük Taarruz’dan kısa süre önce söylenmiş bir söz bu ve “milyon”dan söz ediliyor, varın gerisini siz hesap edin. “ Milli Savunma Bakanı bastırıyor, Maliye Bakanı “Hazinede beş kuruş kalmadı.” diye feryat ediyordu…” (3) Bu ve benzeri “yokluk” içinde “kurtuluş” öyküleri çoktur. Oysa Maliye Bakanı’na göre, yükte hafif pahada ağır (terkedilmiş (!) taşınabilir) malların miktarı “Kurtuluş Savaşı” veren Ankara’nın üç yıllık açıklarına bedeldir; bir de paha biçilemeyen köşkler, yalılar, evler vardır.

Gensoruda sorulan soru şu: Bu terkedilmiş mallara ne oldu? Maliye Bakanı açıklar:

  • Taşınabilir mallar üzerindeki düşman ordusu geri çekilirken, dağıldıktan sonra yağmalar yapıldığını konu etmiştim. Efendiler takdir buyurulur ki, zannediyorum ki askeri tarihte hiç bir olay yoktur ki, bir ordu savaşarak bir şehre girsin o şehri de şehir halkı yahut ordunun arkasına takılan veyahut savaşan galip mağlup ordular askerleri o şehirde az çok karışıklık yaratmamış olmasın. Bunlar savaşın doğal sonucu olmak lâzım gelir ve zannediyorum ki Yüce Meclis de böyle kabul eder Bu arada kötü ahlaklı insanların da araya karışması kaçınılmaz bir şey. Fakat öyle işitildiği şekilde terkedilmiş mallardan devletin yararlanacağı bir şey kalmamıştır sanılmasın

“Kaçınılmaz bir şey” imiş! İzmir’e “savaşarak” girmiş! Savaşın doğal sonucuymuş! Bugün sıkça kullanılan “o günün şartlarında öyle gerekmiş” ilkel gerekçesinin atası bu sözler. İnsan biraz utanır yahu! Bir tek “düşman” askerinin olmadığı, tamama yakını yurttaşın olan, Osmanlı olan bir şehre giriyorsun efendi! Kuşatmayı yarıp Viyana’ya giriyor değilsin! Osmanlı İslâm millet içinden ve her türden birileri yağma ve katliam yapıyor, sen “Üzülmeyin, devlete de bir şeyler kaldı, üzülmeyin” diyorsun!

Salondan bir iki ses yükselir: “Çevresinde dolaşma, doğrusunu anlat!” Bakan biraz daha açılır:

  • Efendim, İzmir yandı. Tam 20 bin hane dolayında. Memlekette bir konut sorunu başladı. Memlekete giren memuru da ordusu da, hatta gerilerde yanan Manisa, Salihli, Kasaba halkından yer bulamayıp oraya gelen birtakım göçmen ve mültecilerin de yani ayrımsız herkes birer konut bulmak zorunluluğundaydı… Yangın yerlerinde gömülü olan servet, hâlâ enkaz altından çıkarılan kasaların sonu gelmemiştir… Diğer kasalar tamamıyla ambarlara kaldırılmıştır. Fakat yangında arsa haline gelen yerlerde tahrip müfrezeleri tarafından atılmış (patlatılmış) kasalar mevcuttur.

Bakan “İzmir yandı” diyor. Doğru söylüyor. İzmir’in en güzel yerleri yandı. Yangından altı ay sonra nihayet yangın hasarı yayınlanabilir. Buna göre: “Şehrimiz İstatistik Müdüriyetince elde edilen bilgilere göre İzmir’de mevcut 42.945 evden yangın sırasında 14.004 ev yanmıştır, 28.941 ev hâlâ vardır, dükkân ve mağaza miktarı da 9.696 adettir. Bunların 6.410 adedi İslamlara, 1648’i Rumlara ve mütebakisi Musevilerle ecnebilere aittir. (4)

Bakan, “kurtuluş”tan iki ay sonra “yirmi bin kadar” diyordu. İzmir İstatistik Müdürlüğü, altı ay sonra “on dört bin ev” diyor. Hangisi doğru acaba?

Cumhuriyet tarihi boyunca tapular ve diğer belgeler kilit altında tutulduğu için, bu “doğru”ya bugüne kadar erişmek mümkün olamamıştır.

Hırsız Vaaaar!

TBMM’de de ilk altı dönem milletvekilliği yapmış olan Maliye Bakanı, ha deyince iki teneke altını ordunun emrine verecek güçte bir Gümüşhane zengini (!) olarak bilinir! Salon, bu bakana yönelik söz almaya başlar, sorular yöneltilir.

  • Benim anladığım ve bize dalga dalga gelen yolsuzluk haberleri karşısında bugün kendilerinin de gayet kapalı olarak ifade ettikleri şekilde mevcut terkedilmiş malların bundan böyle hiç olmazsa, şimdiye kadar olan olmuştur, bundan sonra Hükümetin el koyabildiği ve koruma altına alabildiği şeylerin kötüye kullanılmaması ve bir kısım memurları da zengin etmemesi için ne gibi önlemler alınmıştır? …

Soru, Afyonkarahisar milletvekili Mehmet Şükrü’nündür.

Salih Efendi (Erzurum) kısa ve net bir soru yöneltir;

  • Efendim, bu kadar parayı kim çaldı? Dört tane göçmen mi? Bu kadar şey yağma edildi, bunları yapan kimdir?

Bu “yerli” milletin “göçmen” muhabbeti o günlerde de pek yaygındır. ” Biz” Müslümanlar asla öyle şey yapmayız!!! “Biz” Türkler asla öyle şeyler yapmayız!!! Kâfir Hıristiyan yapar, “kahpe” düşman Yunan yapar, dışarlıklı (göçmen) olan yapar!

Maliye Bakanı’nın Salih Efendi’ye cevabı kinayelidir:

  • Erzurum’dan çıkarken Erzurum’u kim yağma etti?

Salih Efendi bu kinayenin altında kalmaz. Erzurum milletvekili olarak cevabı yapıştırır ve hâlâ utanmadan söylenen bir yalanı Bakan’ın yüzüne çarpar:

  • Efendim, Erzurum’a Ruslar girdiği gün on para yağma edilmedi. Ordusu muntazam girdi. Kimsenin malı yağma edilmedi. Bu böyle olmakla beraber tehcir işlerini de iyi bilirim ki ben…

“Ne biliyorsanız söyleyin Allah rızası için Salih Efendi!” diye feryat edesi geliyor insanın. Söyleyin de, bugünün “biz öyle şeyler yapmayız” diyen laikçiler de, İslâmcılar da dinlesin!

Ama şu soru biraz “ağır”! Şanlı orduya hakaret var sanki:

  • Efendim, işitiyoruz ki, İzmir’in yağmasına bir çok subay, ordu kumandanları katılmıştır. Bu olmuş mudur? Sonra Birinci Ordu Kumandanı (Nurettin Paşa-tu) bütün nakit para ve eşyayı almış, bir çoklarını da dağıtmıştır. Bu doğru mudur? O paralar ne miktardadır? Sonra birçok mebus arkadaşlarımız mobilyasıyla beraber evlere girmiş ve şimdiye kadar o evleri kullanıyorlar, bu da doğru mudur? Bunları soruyorum.

Ağır soruyu yönelten Mardin’den İbrahim Bey.

Maliye Bakanı savunma cephesini genişletmek zorunda kalır:

  • Efendim, İzmir’e girildiği vakitte İzmir’de hafif şeyleri veyahut şu mağazadan bu mağazadan yangın esnasında veyahut yangından sonra eşya yağmasına katılanların, birer birer sayısını tespit etmek gerekirse bunun imkânı yoktur. Yalnız yağmaya iştirak eden her sınıflar vardır. Bunu arz ettim. Her türlü halk vardır.

“Hangi halk?” sesleri duyulur salondan.

Bakan sözlerini sürdürür:

  • Efendim, sorduğunuz bir soru, Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa bütün nakit paraya el koymuş. Bu şundan ötürü yanlış olsa gerektir. İleri harekât esnasında, Düyunu Umumiye mal sandıklarında, düşman idaresinde kalan yerlerde, her hangi bir yerde kasabayı geri alırken kuruluşlarında mevcut bulunan parayı ordusunun ihtiyacı için almış makbuzunu vermiştir. Bunu almak usule uygun değildi, çünkü paraya ihtiyacı yoktu. Fakat kendi ihtiyacını, bunun hesaba kayıt işlemleri yapılmıştır.
  • Nurettin Paşa kasaları bomba ile açtırmıştır ve paraları almış, ne kadar aldığı nereden belli beyefendi? Rica ederim tespit ettirdiniz mi?

El insaf Afyonlu Mehmet Şükrü Bey ! Kavgada bile söylenmez böyle sözler, kaldı ki “Kurtuluş Savaşı” vermiş Meclis’te söylensin! Hem, müstakbel Nutuk’tan kapma bir başka Cumhuriyet klâsiğidir “Vurun Sakallı Nurettin Paşa’ya!” Bütün vurguncular, bütün soyguncular hep bir “günah keçisi” aramaz mı. Buldunuz “sakallı”yı vurun!

Bir “keçi”yle ikna olmayan, Mardin’den İbrahim Bey ısrarcıdır:

  • Sorumun cevabı tamam olmadı. Milletvekilleri de böyle bir şey yaptı mı? Söylensin efendim. Açıklığa kavuşturulsun kimlerdir.

Bakan bey iyice bunalmış olmalı:

  • Söyledim efendim; yangın esnasında mesken sıkıntısı olduğu için her sınıf halk birer eve girmiş oturmuş. Bunların eşyasını mümkün olduğu kadar saptadık ve yazdık. Fakat eve girdi diye, memur olsun, milletvekili olsun subay olsun, göçmen olsun, halk olsun mutlaka ondan şüphelenmemiz, çaldı götürdü diye düşünmek zannederim doğru değildir.

Subay, milletvekili, memur bir “sınıf”, yani “asker-sivil aydın zümre” sınıfı, bir de “halk” sınıfı var. “Sakallı” günah keçisinden başka, halk sınıfı içinde bir de “göçmen” günah keçileri var; Kafkasya, Girit, Balkanlar’dan gelen “muhacir” milleti. Millete anlatılan “asker-sivil aydın zümre milleti, memleketi kurtardı” hikâyesinde gerçekten bir “kurtuluş” var ama, millet değil de, birilerinin “cep”leri kurtulmuş, “öteki”ler hep günah keçisi.

İzmir: Tütün, Üzüm, İncir

Kimi milletvekilleri, tam da hasat ertesidir, ambarlardaki tarım ürünlerinin; özellikle tütün, üzüm ve incirlerin durumunu merak eder. Bakan o konuda da “tahmini- kesin!” cevaplar verir:

  • …Tahminimiz dört milyon kilo kaybolmuştur… Rejinin kayıtları tamamen yandığına göre, İzmir Rejisinin tamamen yandığına ve defter, kayıtlar adına bir şey kalmadığına göre, orada eskiden beri memuriyet eden adamların verdiği olası bilgilere göre kaybedilen tütün, çiftçinin bu sene hasılattan elde ettiği tütünle terkedilmiş mallar arasındaki tütünlerin farkı tahmin ediyoruz ki 3-4 milyon kilo kadardır

Bitlis milletvekili Yusuf Ziya, “tahmin” değil, kesin cevap peşindedir:

  • İzmir’de Hükümetin kuruluşuna kadar kayıplar ne derecede ve nelere aittir. Ordunun İzmir’e girdiği günden kaç gün sonra Hükümet (sivil yönetim) kurulmuş ve kuruluşundan sonra bazı yolsuzlukların olduğunu söylediniz. Bunlar nedir ve nelerdir?

O da “kesin olmayan” bir cevap alır bakandan:

  • Efendim, .. Vali işgalden üç gün sonra gitti. Bütün güvenlik görevlerinin kurulması ve olgunlaşması için doğal olarak bir dönem ve zaman geçti. Tabii bu zamanlarda yitirilen malın adedi bence kesin değildir ki oranını tayin edeyim… eşyadan yağma edilen abartıldığı şekil ve esasta değildir. Kalan mallar büyük bir toplam oluşturur
  • Elbette Anadolu’nun ticaret merkeziydi!

Biga milletvekili Hafız Hamdi böyle lâf atar maliye bakanına.

Sinirleri çok gerilmiş olmalı, bakan “itiraf” gibi sözler kaçırır ağzından:

Beyefendi, azdan da az kalırdı. Hiç kalmayan şehirler de vardır.” Merak ediyor doğrusu insan, “hiç kalmayan” şehirler nereleri; Afyon mu, Uşak mı, Alaşehir mi, Kula mı, Kasaba mı, neresi?

Meraka gerek yoktur, cevap bekletmeden gelir: “Bildiğiniz gibi ordu Uşak’tan Alaşehir’e doğru ilerlerken biz, üç tane ganimeti harbiye komisyonu gönderdik. Bunlar, üç kol üzerinden ganimeti yazmaya başladılar. Fakat ganimet o kadar çoktu ki, bu yalnız tespit ve yazma ile kaldı….Yani işlem başlamıştır, ele geçenler kaydediliyor; fakat arada bir harekât sırasında hiç bir tutanak yapılmamış, haber veya bilgi alınmamış ganimetler kalırsa kalabilir.

Ganimet!!!

Ganimet”leri ben koyulaştırdım. Ne işi var “ganimet”in Kurtuluş Savaşı’nda?

Ganimet: “Savaşta düşmandan zorla ele geçirilen mal,” diyor Türk Dil Kurumu. “Yağma sonrasında elde kalan mal, çalıntı” diye de diğer anlamını veriyor. Hangi anlamından tutup silkelemeli “Kurtuluş” ganimetini? Her halde düşman Yunan ordusu, ele geçirilen mal da geride bıraktığı top, tüfek olmalı.

Yoksa bakana sorular yönelten milletvekilleri şüphelerinde haklı mı: “Bu kadar parayı kim çaldı?” O zaman İzmir’in kurtuluşunda ele geçen “ganimet” için diğer anlam geçerli, yani “yağmacılık”, “vurgunculuk”, “soygunculuk!” Köşklerin, yalıların, bankaların, mağazaların içlerinin boşaltılması, 300 milyon altın lira… Kimden çalınmıştır ve gerçekte ne büyüklükte bir “yağma”dır bu?

Ragıp Bey (Kütahya) dayanamaz, söz alır:

  • Sayın arkadaşlarım, İzmir’de geri alınış sırasında giren ordunun miktarı, bir kaç kat daha fazla olsaydı ve bütün İzmir halkı dahi katılsaydı, yağma iki ay devam etseydi, İzmir’deki terkedilmiş mallar tükenmezdi. Bu terkedilmiş malların miktarını bundan tahmin edebilirsiniz. Yani 100 bin kişilik bir yağmacı kafilesi bir ay devam etseydi yine tüketemezdi… çok büyük bir kısmını yangın tahrip etmiş, bitirmiştir. Önemli bir kısmı kalmıştır…. Ancak bundan sonra hırsızlık başlamıştır. Meselenin şekli başkadır… Terkedilmiş mallardan kalan on bini aşkın köşkün içerisindeki eşya tespit edilsin ve yazılsın da, düzenli olarak dağıtılsın. Buna kesinlikle olanak yoktur… . Evi yananlardan Manisa’dan, Alaşehir’den, Salihli’den gelen ve yerleştirilen göçmenlerin toplamı, yüz haneyi geçmez. Kalanlar kim ise siz düşününüz

(Şiddetli gürültüler ve kimler olduğunu söyleyin, açık söyleyin sesleri… Gördüklerinizi söyleyin sesleri.)

Çok açık konuşur Ragıp Bey:

  • İzmir Valisi (o sırada ünlü İttihatçı, “tehcirci” Abdülhalik Renda-tu), İzmir Defterdarı, Müfettiş, komisyon azaları, komisyon kâtipleri, hepsi, bütün bunlar

Bir başka ünlü İttihatçı Tunalı Hilmi kestirip atar: “Atı alan Üsküdar’ı geçti.”

Ragıp Bey altta kalmaz:

  • Geçmemiştir. Hâlâ yağma edilen malların yüzde doksan dokuzu halkça bilinir ve öğrenilmesi çok kolaydır. Sizi temin ederim bütün geri alınan yerler, çok etkili, kuvvetli bir heyetin gelip yetişmesini bekliyor. Böyle bir heyet vardığı gün özellikle bütün bu terkedilmiş mallar meselesi meydana çıkacaktır… Orada olaylar yürüyor, orada milyonlar günden güne gidiyor

Kimlerin yaptığı herkesçe bilinen bir “soygun”. Soygunculara kimse (!) söz geçiremiyor! Koca Mustafa Kemal Paşa da o günlerde hep oralarda. Onun da mı sözü dinlenmiyor?!

Ragıp Bey’e Kırşehir milletvekili Yahya Galip destek çıkar:

  • Efendim, İzmir ve çevresinde yapılan uygunsuz işler tamamıyla biliniyor, bu yapılmıştır. Bendenizin düşünceme kalırsa bugüne kadar kötü işler yapılmıştır ve bugün de devlet malı mahvoluyor…

Son cümledeki “devlet malı”na bir mim koyun.

Maliye Bakanı iyice çaresiz kalır ve yalvarırcasına:

  • Niçin beni yargılıyorsunuz? Maliye Bakanı oradan bir istiklâl mahkemesi lâzımdır dedi… Durumlar normal değildir, iş büyüktür, durum zaten savaşın doğal sonucudur. Savaşın doğal sonucu olmak üzere birçok yağmalar yapılmıştır. Yahudi almış, Mehmet almış, Ahmet almış Yahudi’ye satmış.

Ahmet’i, Mehmet’i söz konusu etmeyiniz.” İşte bu “özcü” itiraz feryadı önemli. ! Özcü feryadın sahibi Bolu milletvekili Şükrü. Hırsızlık, yolsuzluk, her tür ahlâksızlık karşısında “aşılı” bir milletin vekilinin “özcü” feryadı: “Biz” Müslümanlar, “biz” Türkler “yağma” yapmayız! Göçmenler yapar, bir de Yahudiler. “Yahudi” günah keçisi olarak bugün de pek sık kullanılmıyor mu?

Yukarıda “devlet malı”na konulan bir mim vardı. Şimdi de Yahya Galip Bey’in (Kırşehir) şu sözlerindeki “millet malı”na bir mim koyalım:

  • Terkedilmiş mallar değil millet malıdır. Mademki ihanet etmiş mülkü terkedilmiş mal olamaz!

Diye yerinden bağırır oturduğu yerden. Bütün bu mallar “terkedilmiş”tir diyenlerin arasındaki bu “millet malı” ile “devlet malı” kavgası, bu “derin” düşünce ayrılığı ne ola ki?!

Önce düşünce birliğinin altı çizilmeli: Bütün İzmir Hıristiyanları “hain”dir ve dahi malları “helâl”dir! Bu nasıl bir anlayış? Tanzimat ve Meşrutiyet sayesinde Hıristiyanlar Müslümanlar ile eşit haklı yurttaşlar olmamış mıydı? Çocuk, kadın, yaşlı, hasta bütün Hıristiyanları “hain” ilân etmek, hırsızlığa biçilen kılıftır, başka bir şey değil. Toplayıp kamplara sürülen 18-45 yaş Hıristiyan erkekleri vardır ki, bugün “vatanseverlik” ticareti yapanlardan çok bu şehirde “birlikte yaşama” mücadelesi vermiştir. “Hain” siyaset sözlüğünden bugün de ve özellikle “birlikte yaşamak” isteyenlere karşı sıkça başvurulan bir tehdit değil mi? Düşünde ayrılınan noktayı az ileriye bırakalım.

Maliye bakanı görüşmeler “gizli” diye açıldıkça açılmaktadır:

  • Efendiler bundan önce bir tehcir yapıldı. Bütün Anadolu’ya mahsus olmak üzere idare makineleri de yerli yerindeydi. ‘Tehcir neticesinde mal sandıklarına gelir kaydedilen miktar ile kaybedilen paranın miktarı nedir? 100 katı 10 000 katıdır. Bu normal dışı durum karşısında … Santimi santimine bunu idare etmek ihtimali yoktur. Efendiler Yüce Meclis’te dahi bunu yapacak kuvvet bendeniz zannedemem

Tecrübe konuşuyor, “tehcir” tecrübesi konuşuyor: Çaldık diyor, “milletçe” paylaştık diyor, biraz da “devlet”e bıraktık diyor.

Toplantıya yeni katılan Saruhan milletvekili Reşat Bey, farkında olmadan yangını körükle girer:

  • Yüce Meclis’inize şimdi katıldım. (Safa geldiniz sesleri) Zannediyorum ki, terkedilmiş mallar meselesi konu oluyor. Efendiler, orada dert yalnız terkedilmiş mallar değildir. Mademki konu budur önce bunu sunayım. Terkedilmiş mallarda yolsuzluklar geniş miktarda hâlâ bütün şiddetiyle sürmektedir… Toprak olarak İzmir’e kadar elde ettik. Fakat üzgünüm hiçbir şeyde henüz bir başarımız yoktur. Bu koşullarda bundan böyle (başarılı) olmak imkânı yoktur. Hırsızlık gizli değildir, yolsuzluklar meydandadır. Bunlar açıklayamayacağım derecede çoktur…Yolsuzluklar olağanüstüdür. Senelerce bütçemize konulabilecek yüksek miktarda parayı sağlamaya yetecek millet malı heder oluyor. Zafer boşunadır. Yetkili heyetler biran evvel gönderilip bunun önü alınmazsa günahı doğrudan doğruya Yüce Heyet’inize aittir, diye yazılıydı. Efendim,.. Maliye Bakanı Beyefendiye orada tahsis edilmiş bir ev vardı. Bu ev Kâzım Paşa Hazretlerinin yaverleri Şerafettin Bey tarafından zorla işgal edilmiştir ve memlekette büyük dedikodu başlamıştır. Halk hayretler içinde kalmıştır, inanmıyorlar. Bu Hükümet nasıl hükümettir, ne idaresizliktir? Akılları almıyor. Başkumandanlık emrinde silahlı kıyafetle bulunan çeteler hiç bir şey dinlemiyorlar… Bunlar her türlü sınırlamadan kurtulmuş…

Bu kadarına da pes doğrusu! Anlı şanlı “kurucu” meclisin tutanakları olmasa inanmak mümkün değil. Yersiz bir soru belki, ama sorayım: Kuyruğundan kokmaya başlayan balık var mıdır?

Adı geçen Kâzım (Karabekir) Paşa söz alır, ki Milli Savunma Bakanı’dır, herhalde doğrusun o söyleyecektir:

  • Efendim, Muhterem arkadaşımız Reşat Bey beyanatı arasında benim yaverimin de İzmir’de bir ev işgal ettiğini beyan buyurdular. Ben bu meseleden haberdar oldum. O vakit yaverim izinli olarak İzmir’de bulunuyordu. Maliye Bakanı Beyefendinin önceden Kordon’da işgal ettikleri binaya hakikaten, annesini koymuş ve demiş ki; bu evi ben işgal edeceğim. … – ki ben orada iken kesin emirler vermiştim, böyle kendi başına işgal etmek uygun değildir demiştim – Yani kendisi kimsenin haberi olmaksızın orayı işgal etmiş, fakat yine Hükümet ve oranın kumandanı benden aldığı emir üzerine benim yaverimi içeriye sokmamıştır… Göztepe’deki, konu ettikleri. Başkumandanlık karargâhı için de ben daha orada iken birtakım emirler vermiştim. Bunun üzerine Başkumandanlık yaveri Salih Bey oraya gitmiş ve Başkumandanlığın işgal edeceği mahalleri sınırlandırmıştır… İzmir’de bütün evler işgal edilirken, İzmir’deki bütün oteller yandığı için vali bir ev ayırmış «Misafirhane»! olsun diye. Bir aralık Barış Konferansının İzmir’de toplanması söylentisi vardı ki, biz de arzu ediyorduk. Onun için en yüksek evlerden bir tanesini eşyasını mobilyasını tespit ettirerek ayırdı ve koruma altına aldı, misafirhane halinde. Maliye Bakanlığı’na tahsis edilmiş ev yoktur. Bendeniz bir iki gün otelde kaldım, sonra o eve geçtim…

Sayın bakan yukarıda “iki gün otelde kaldım” diyor. İki cümle öncesinde de “İzmir’deki bütün oteller yandığı için” misafirhaneye geçtiğini söylüyor!

Salondaki çoğunluk, bakanların bile dillerinin ve ayaklarının dolanmasına yol açan bu “nazik” konunun bu kadar uzun görüşülmesinden rahatsız olur, hemen yeterlik önergesi verilir. Meclis başkanı önergeyi oylar:

Gizli oturumun yeterliliğini kabul edip açık oturuma geçilmesini kabul edenler lütfen el kaldırsınlar… Çoğunlukla kabul edilmiştir. Efendim açık oturuma geçiyoruz.”

7 Aralık 1922 günü yapılan açık toplantıya “gizli oturum”da düşülen “onur kırıcı” durumdan çıkabilmek için bir önerge sunulur. Saruhan milletvekili Avni, Mustafa Necati ve Canik Mebusu Nafiz beylerin imzasıyla verilen önergede; “Kurtarılmış memleketlerdeki terkedilmiş mal işlerine adı karışan milletvekillerinin onurlarının korunması için ya iddianın ispat edilmesi veya haklarında soruşturma yapılması” istenmektedirler.

İzmir’den kendine gelen mektubu okuyan Ragıp Bey işin ucunun ona dokunacağını sezer ve söz alır:

  • Saygıdeğer arkadaşlarım; geri alınan memleketlere ait görüşmeler sırasında özellikle İzmir’e gidip gelen milletvekillerinin yolsuzluğundan söz edildi ve buna ilişkin önergeler de verildi… Efendiler; bendeniz İzmir’e gittim, geldim. İzmir’de on beş gün kaldım. İzmir’e niçin gittiğimi, nerelerde bulunduğumu, ne işle meşgul bulunduğumu ve hangi kişiler ile ilişkide bulunduğumu içeren bir yazıyı, bir seyahat dökümünü ayrıntılı olarak İstiklâl mahkemesine vereceğim. Anayasa’nın Meclisçe yürürlükte ve geçerli olan 48 ve 70 ncu maddelerinin hakkımda verdiği dokunulmazlığı yüce huzurunuzda geri veriyorum

Ragıp bey kuşkusunda haksız değildir. Meclis başkanı noktayı koyar:

  • Milletvekillerinin lekeli olduğu ortaya sürülmüştür. Fakat herkes kendini aklamak için uğraşıyor. Bundan ötürü ya bu sözü söyleyen arkadaşımız, mesele şudur diye sözünü söyleyip bitirmeli veyahut kendisi hakkında Yüce Heyet bir karar verir… bu konu hakkında, bu sözü söyleyen arkadaşımızın söylediklerini açıklığa kavuşturması için görüşme açılmasını kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. Kabul edildi efendim… Bunun esasen bir kısmı görüşülmüştür. Arkadaşlar da zaten Cumartesi görüşülmesini öneriyorlar. Cumartesi günü görüşülmesini kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın. Kabul edilmiştir. Cumartesi günü görüşülecektir

Huzuru Mahşere Mi Kaldı Bu Hesap?

“Cumhuriyet” kurulmuştur. Akşam gazetesi “İzmir’de Neler Bıraktılar” başlıklı, birinci sayfadan verdiği uzun haber içinde “yanmamış” yapılarla ilgili şu bilgiyi aktarır:

“Terkedilmiş mallar olarak 12278 hane, 2831 mağaza, 89 fabrikadır.” Ayrıca “insan değiş tokuşu”na (mübadele) dahil edilecek İzmirlilerin terkedilmiş malları şu miktardır: “19687 hane, 2173 dükkân ve mağaza, 79 fabrika, 2 hamam, 1 hastahane.” Son olarak Ermeni ve Musevilerin “bıraktıklar”(!) mallar sayılır: “1600 hane, 648 dükkân, 10 fabrika.”. Ecnebilerin (yabancıların) terk (!) ettikleri malların tespiti ise henüz bitirilememiştir!”(5)

Büyük Millet Meclis’nin “Cumartesi görüşülecektir” dediği görüşme günü doksan yıldır hiç gelmemiştir. Ve yüz yıldır bu topraklarda “haram mal” paylaşımı kavgası sürer gider. “Kurtuluş”un ve “Kuruluş”un yağmacı ve soyguncularının yakasına yapışılamaz ve bu Cumhuriyet tarihi boyunca “yol” olur: Çalan kurtulur!

Gelelim düşünce ayrılığı noktasına: En “vicdanlı İttihatçı” yağma yapılsın ama “ganimet” kişilerin değil “devlet”in olsun der. Bunlara “devrimci-devletçi” diyelim. İttihatçıların arta kalanı, “yağma” yapılsın ve “ganimet” benim olsun, der. Bunlara da kimileri “serbestiyetçi” diyelim. Ama sonuçta ikisi de Çanakkale, Sarıkamış, İstiklâl Harbi hamaseti üzerinden yedikleri “haram”ı “zafer” ile taçlandıran İttihatçılardır.

Son söz: Demek ki “Zulmün üstü zaferle örtüldüğü” zaman yalnızca zalim kahraman olmuyor, hırsız da “aklanıyor.”

Talât Ulusoy- 30 Ağustos 2015, “Zafer Bayramı.”

  1. Bkz. “İzmir Hatırlıyor! Resmi ezberleri tersinden okuyor!”
  2. 14.09.2014,  https://yuzlesmeatolyesi.wordpress.com/
  3. TBMM Gizli Oturum Tutanakları 11.9.1922; 29 Kasım 1922;  25 Kasım 1922; 7 Aralık 1922
  4.  ve ayrıca; Nevzat Onaran “Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930), Evrensel Basım Yayın, 2013) adlı kitabında (sayfa 106-123) geniş bir özet ile; Taner Akçam ve Ümit Kurt “Kanunların Ruhu, Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzni Sürmek İletişim Yayınları, 2012, ” adlı kitaplarında (sayfa 92-97) bu görüşme ve devamında yapılan görüşmelere genişçe değinirler.
  5. http://www.aku.edu.tr/web/Şu Çılgın Türkler
  6. 30 Mart 1923, Ahenk gazetesi
  7. 21 Haziran 1924, Akşam gazetesi

Yüzleşme Mekânları 4: İZMİR’İN UTANÇ ÇUKURU

İzmir’in bir ünlü “çukur”u var; Basmane semtinde, eski Fuar’a komşu. İzmir basını “Utanç Çukuru” der oraya.  Çünkü şehrin göbeğinde yıllardır kurbağalara “mekân” olan bu çukur “Güzel İzmir”e yakıştırılamaz.

O “çukur”dan utanmak gerekir, bu doğru. Ama yukarıdaki gerekçeyle değil, o çukurun “saklı tarih”i  nedeniyle “utanç” duyulmalı..

Hafızası silinmiş İzmir’in geçmişi konu edildiğinde, “ısmarlama” çalışan “milli tarihçi”ler, “kurtuluş” üstüne  hemen “efelik muhabbeti” satar. O muhabbettir ki, şehrin geçmişindeki “günah” ve “günahkâr”ları gizler.

Yangın, Vurgun ve Günah

9 Eylül 1922, İzmir’in “kurtuluş” günü. “Kurtuluş”tan dört gün sonra başlayıp dört gün süren yangın ertesinde artık İzmir yoktur. Bugün o eski “Güzel İzmir”den kalan, sadece zorlama “güzellemeler”e muhtaç “İzmir” adıdır.

Yangının en amansız gününde Büyük Millet Meclisi, Ermeni’lerden çalınan malların geri verilmesini emreden “Vahdettin Yasası”ndan nasıl kurtulabileceğini tartışır (1) ve yürürlükten kaldırır. Kim tutabilir artık İzmir’de İttihatçı vurguncu çeteleri! Şehir hane hane soyulur ve yakılır.

Soygunculuk öyle büyük boyuttadır ki, “Büyük İzmir Yangını”nı görüşmeyen Meclis 27 Kasım gizli oturumunda “Büyük İzmir Vurgunu”nu gündeme almak zorunda kalır.

Şu cümle, 27 Kasım tarihli oturumda Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey’in yaptığı açıklamadandır: “İzmir yangınında ülkenin genel servetine verilen zarar abartmasız en düşük değerde hesap ile altın para olmak üzere 300 milyon altını aşkındır…” (2)

Yangınla başlayan “vurgun” durmaz; “1915’teki İttihatçı hükümet döneminde olduğu gibi emvâle (mallara-tu) el koyma, 1923’te de aynen sürecektir. Bununla emvâl-i metruke (terkedilmiş mallar) olarak nitelendirilen tüm mallar vaziyet edilmeye (el koymaya) yani gasp etmeye ve ekonomik tanımıyla devlet adına el koymaya…” devam edilir.(3)

Şehir yanıp yakılıp kül olduktan sonra, yangın yeri 1936’ya kadar öylece virane kalır.. Hikâye burada başlar ve yeri gelir gerilere gider.

Satılık Şehir Var!

Oysa, yangın yeri için 1925 yılında acele “imar planı” yaptırılmıştır. İmar planı mülkün yeniden bölüşümünü kitabına uyduran “çizimli ve renkli yasa”dır. Plan ile belirlenen “yeni” arsalar “açık arttırma” ile satışa çıkarılır. Satılan satılır, yine de elde epey arsa kalır. Elde kalan bina ve arsaların bir bölümü için “18 Mart 1925 Tarihli Bakanlar Kurulu kararı” ile “,.. gayri müslim toplumların çeşitli sebeplerle ellerinden çıkan okul, mabet ve hayır müesseselerinin özel idarelere devri” uygun bulunur, bu kanaldan da bir bölümü belediye ve diğer resmi kurumlara  dağıtılır. Yine de elde pek büyük bir “kömür karası yangın alanı” kalır. Orası da İzmir’in pek ünlü “Kültürpark ve Fuar” alanı olur.

Bir Hıristiyan “hayır kurumu”na ait olup Belediye’ye verilen Basmane semtinde Kültürpark’a komşu ve bir imar adası ile ilgili,  Şehir Meclisi’nin (o zamanın belediye meclisi) Nisan 1932 oturumunda bir “dilekçe” görüşülür. 6 Nisan 1932 tarihli dilekçenin sahibi; “36 no’lu imar ada”sı üzerinde bir “garaj”  ve ek olarak mağazalar, dükkânlar, depolar yapmak; yıllık 3.000 lira kira ve giren çıkan araçlardan alınan ücretten %10 pay ödemek, on yıl sonra da devretmek” isteğini belirtir. Şehirler arası yük ve yolcu taşıyan araçla bu”garaj”a park etmek zorunda olacaktır.

Yalnız son maddede “…bu iş arttırma, görüşme, pazarlık suretiyle kötü sonuca bağlanırsa her şeyden önce beş bin liralık bir opsiyon mektup şeklinde tarafıma verilmesini bu teklifte şart ve rica ederim” der. Çünkü, dilekçe verilmeden, görüşülmeden, kabul edilmeden masraflar edilmiş, projeler hazırlatılmış ve bunlar dilekçeye bile eklenmiştir ve dilekçe sahibi bu masraflarını istemektedir!

Dilekçe sahibi Nazmi Sadık Bey’dir. Nazmi Sadık Bey “Türk Sesi” gazetesi sorumlu müdürü ve “Türk İli” gazetesi sahibidir. “Türk Sesi”  Büyük Yangın’dan sonra İzmir’de ilk çıkan gazetedir!

Belediye başkanı dilekçeden yana uzunca konuşur ve şöyle bitirir sözlerini: “Boş olan o arazi imar edilmiş olacaktır.”

Bir iki itiraz vardır, özellikle “Develerin yerini alan motorlu araçları misafir ederek para kazanan eski İzmir hanlarının, Garaj yapılırsa halleri nice olur?” endişesidir.

27 Nisan tarihli beşinci birleşimde “nizam encümeni”nden gelen tutanak okunur. Encümen “tekel” oluşturacak biçimde garaj yapımının yasal olmadığını belirtir. Tutanak  kabul edilir ve belediye başkanı Behçet Uz Nazmi Sadık bey ile görüşüp bu “tekel” olma talebini geri almasını isteyecektir. Konu Bütçe Encümeni’ne de gider. 8 Mayıs tarihli encümen kararı özetle şöyledir: Başkalarının da teklif vermesi koşuluyla uygundur.

Dünyada Mekân, Ahirette İman

Bu deyim yangın ertesi İzmir “vurgun”ları için mi söylenmiş olabilir mi?

Sonunda bu “imar adası”na garaj yapılır, hem de kırk yıl kadar İzmir’in “tek” şehirlerarası otogarı olarak kalır. Yetmişlerin ortalarında “garaj” buradan Halkapınar’a taşınınca, boş kalan 35 bin metre karelik bu ada  “dünyada mekân”a inanan kimi imansızların iştahını kabartır. Projeler hazırlanır, belediyeye teklif üstüne teklifler yapılır. Hemen bir “çok katlı” dikmeye girişirler.

Cumhuriyet dönemi adlarıyla; Refik Saydam Bulvarı, Hürriyet Bulvarı ve 1362 sokak arasında kalan geniş üçgen imar adasına “Dünya Ticaret Merkezi” yapmak isteyen İzmirli işadamları ortaklığı ihaleyi 35 milyon dolar bedelle kazanır. Belediyeye vereceği büyük bir opera binası ve otoparkın da yer aldığı proje için dönemin belediye ile protokol yapılır. 1999’da  imar kurallarına aykırı olduğu için, derin temel çukuru kazılmışken inşaat durdurulur. Daha sonra imar değişiklikleri yapılsa da yargı tarafından o değişiklikler de iptal edilir. 2001 krizinden sonra bazı ortakların bankalara  borçlarından ötürü arazinin yüzde 35 hissesi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) kalır

O gün, bu gündür 36 no’lu adanın bütününü kapsayan bu çukur “İzmir Çukuru” ya da “Utanç Çukuru” diye anılır.

İzmir niye bu kadar yıl beklenir bu çukurdan “utanmak” için?

Bu şehirde, büyük çoğunluğun şehrin geçmişine dair hafızası silinmiştir çünkü…

Hayır Kurumu: Bir Ermeni Hastanesi

Oysa, “36 no’lu ada”da 1800 başlarında bir Ermeni Hastanesi vardır. 1845 Yangınında Ermeni Mahallesi ile birlikte hastane de yanar ve inşa edilir. Bahçe içinde, sağlam bir taş yapıdır.

“Başlangıçta yetmiş yataklı olan hastane binası,.. Agop ve Ohannes Ispartalıyan tarafından 1879 yılında genişletilerek, yüz yirmi yataklı olarak yeniden açılmıştır. Ancak hastanenin daha çok yaşlı ve yoksulları barındıran bir hayır kurumu gibi görev yaptığı belirtilmektedir. … Reşadiye Caddesi’nden Basmane Garı’na doğru giden cadde üzerinde geniş bir alan içerisinde yer alan hastane (Surp Krikor Lukasoroviç Erkek Hastanesi’nin) … Basmane’de 9 Eylül Meydanı’na bakan Dünya Ticaret Merkezi’ne ait üçgen parselde yer aldığı sanılmaktadır.”(4)

Bu kadar açık semt ve sokak adı, parsel formu belirtebildikten sonra, ki bir tek kapı numarası eksiktir, hâlâ “sanılmaktadır” şüphesiyle işi bitirmek çok düşündürücüdür. Üstelik yazar hastanenin içini bile avucunun içi gibi bilecek kadar bilgi sahibidir:

“Meyve, sebze ve çiçek bahçeleriyle çevrili, geniş ve iyi donatılmış hastane yapısı, 14×65 metre boyutlarında, ince uzun bir dikdörtgen formunda olup,.. Zemin katta idareye ait odalar, mutfak, hamam, hizmetli odaları; üst katta ise ameliyathane ve hasta odaları yer almaktadır… Alt kattaki yedi odadan biri hastane müdürüne, biri idari heyetinin toplantı ve çalışmalarına, biri hayır şirketinin görüşmelerine, ikisi erkek hademelere, biri ihtiyar kadın hizmetçilere, biri de depoya aittir. Ana girişin sol tarafında, verem gibi bulaşıcı hastalık taşıyanlar için iki oda yer almaktadır. Üst katta ise iki ameliyat odası, iki hademe odası … bulunmaktadır. Yapının bahçesinde eczane, su deposu, çeşme, birkaç odanın yer aldığı küçük bir yapı ve bir kilise mevcuttur. Ayrıca bahçede on-on beş kimsesiz çocuğu ve yirmi-yirmi beş akıl hastasını barındıracak bir bölüm vardır.”

Evet, hiç şüpheye gerek yoktur ki burası “Surp Krikor Lukasoroviç Ermeni Hastanesi”dir ve “hayır kurumu” mülküdür.

Altına Hücum!

Sonuç: “Utanç Çukuru” on yedi yıllık yargı sürecinde boğulur ve bugüne kadar kimseye yar olmaz. Para yatıran batar.  Boşuna dememiş eskiler: “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.”

Bu “çukur”, evet “Utanç Çukuru”dur. Kurbağa, sivrisinek ve çevreye yaydığı kokular değildir ama utanılacak olan. Vicdan sahibi, ahlâk sahibi her insan için bir hastanenin “yakılması, yıkılması, yok edilmesi” kabul edilemez.

Derler ki “milli tarihçiler”: “Ermeniler yaktı!” ya da az buçuk “utanç” duyabilenleri, “Rüzgâr vardı, o yüzden yandı!” der.  Derim ki onlara; “geniş bir alan” yani bahçe içinde bin metrekare kadar bir alana oturan, toplamı iki bin metrekareyi aşan bir taş binaya ve o binanın her odasına o alevler nasıl erişir?

Derler ki “milli tarihçiler; “Onlar düşmandı!” Derim ki onlara, “verem hastaları, çocuklar, “akıl hastalıkları” bölümünde yatanlar mı düşmandı?” Onlara reva görülenler zulüm değil mi?

Zulmün üstü zaferle örtüldüğü yerde zalim kahraman olur. Zalimlerin kahraman olduğu yerden zulüm eksik olmaz

Her şehir barış ve huzur için utanç çukurlarıyla yüzleşmeli.

Talât Ulusoy 19.08.2015

  1. “Buyurun, İşte Belge” Yüzleşme Atölyesi wordpress.com, 21 Nisan 2015
  2. TBMM  Gizli Oturum Tutanakları
  3. Nevzat Onaran “Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi” 2013, s.171)
  4. Tarih İncelemeleri Dergisi XXIX / 2, 2014, 405-443 “Cumhuriyet Öncesi Dönemde İzmir Hastanelerinin Mekânsal Gelişimi, Didem Akyol Altun)

Yüzleşme Mekânları 3-2: İZMİR İYON ÜNİVERSİTESİ

İtthat-Terakki milleti zorla emperyalistler arası savaşa sürer; Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Galiçya’da, Arabistan çöllerinde “bütün düşmanları yener” ve fakat “yenilmiş” sayılır! Emperyalist çocukların savaş oyunlarında böyle mızıkçılıklar olur! Bu durumda “hakkı yenen”, “yenilmiş” sayılan hemen “antiemperyalist kurtuluş savaşı”na girişir. Bu “kurtuluş” daha çok “İttihatçı”ların kurtuluşudur. Yoksa türlü suçlardan yargılanacaklardır.

İzmir’in “milli kahraman”ı Hasan Tahsin’e dönelim yine:  “O halde şimdi taşra örgütlerinin eylemleri nasıl devam ediyor? İttihat ve Terakki ya var ya yok! Bunu anlamak istiyoruz. Varsa nasıl oluyor da memlekete bu kadar zulüm ve ihanette bulunan bir örgütün devamına izin veriliyor?” Yani İttihatçılar “kurtuluş”ları için Ege’de ve İzmir’de “zulüm”e devam eder! Bu hal, mızıkçı emperyalistlerin “Yunan”ı İzmir’e göndermesine gerekçe olur!

İşte kara taş üzerinde saklanıp sessiz sakin bekleyen boş yarım bina bütün bu olan bitenin tanığıdır. Sorun ona “İzmir nedir”, üniversite ne iştir” o size anlatır:

İzmir şehri en az iki yüz yıldır Müslüman nüfusun üçte biri aşmadığı ve kapitalizmin hızla kökleştiği bir şehirdir. Hıristiyan alt sınıflar ticaret ve sanayi ile zenginleşmiştir ve onlar eğitime çok, ama çok önem verirler. İslâm zenginlerinin çocuklarıyla beraber çocuklarını yüksek tahsil için Avrupa’ya gönderirler. İzmir’in ileri gelenlerinin sohbetlerinin baş konularındadır: “İzmir’in şiddetle bir üniversiteye ihtiyacı var üstadım!

Birlikte Yaşama Arzusu

Sonunda, İzmir milletlerinin siyasi partilerinin ve dört semavi dinin temsilcileri, türlü din ve kültürden aydınlar, tüccarlar, sanayiciler ile Belediye Reisi Hacı Hasan Paşa bir araya gelir, kafa kafaya verir,  hesap kitap yapılır: Şehir meclisi bütçesiyle ve hamiyetli zenginlerin desteğiyle üniversitenin altından kalkılabilecektir.

İslâm millet siyasi partilerinin, biri dışında hepsi; Hürriyet ve İtilâf, Osmanlı Demokrat Fırkası, Osmanlı Sosyalist Fırkası bu girişimi destekler. Desteklemeyen İttihat ve Terakki’dir. Böyle girişimler takipçisi oldukları “Türkleştirme” siyasetine uymaz. İttihatçılar “bir arada yaşama”yı güçlendirecek her girişime olduğu gibi, üniversiteye de karşıdırlar.

İslâm millet aydınları; Sabitzade Emin Süreyya (avukat, Islahat gazetesi başyazarı), Mevlanzade Rıfat (Serbesti gazetesi sahip ve yazarı), Hafız İsmail Hakkı (Müsavat gazetesi sahip ve yazarı), Refet (Köylü gazetesi sahip ve yazarı), Resmolu İbnülfevzi Mehmet Ferit (Köylü’de başyazar), Menekşelioğlu Mehmet Refet, Muhami Mehmet Sadık (Müsavat gazetesi kurucusu, yazar) ve daha başkaları heyecanla katılır bu girişime. Ahenk ve Hizmet gazeteleri yazarlarından da itiraz eden yoktur. Şiddetle itirazı olanlar ortalıkta görünmezler, kaçaktırlar. İttihatçı Anadolu gazetesi “Yunan işgali”nden önce kaçmış, emperyalist İtalya’nın işgalindeki Antalya’da yayın hayatını başlamıştır.

Hıristiyan milletten en başta Çürükçüoğlu Nikolaki’yi saymak gerek. Türkçe dilinin ustası olan Çürükçüoğlu, Sabitzade ile ortak avukatlık bürosu sahibidir ve Islahat gazetesinde yazar. Osmanlı hukuğu uzmanı Yüksek Komiser Stergiadis’e düşen, bu geniş mutabakata destek olmaktan öte bir iş değildir. Amaltiya (Αμάλθεια), Armoniya (Αρμονία), La Reforme (Rumca yayınlanan Islahat), Ergatis (Ο Εργάτης, İşçi, komünist gazete) Kozmos (Κόσμος) ve cümle Rumca gazeteler, Ermeni yayınları üniversite heyecanını yansıtır sayfalarında.

Üniversiteye ad da bulunur: Ιωνικό Πανεπιστήμιο Σμύρνης yani İzmir İyon Üniversitesi.

Üniversite binaları için kara taşın üstünde yarım bırakılan “İttihat Terakki Mektebi” binaları tamamlanacaktır. Ancak, üniversite hocaları nasıl ve nereden sağlanacaktır, iş oraya gelir dayandığında, ünlenmeye başlayan matematikçi Karatodori gelir akla.

Almanya Göttingen Üniversitesi profesörü olan Konstantin Karatodori yapılan daveti kabul eder, hemen gelir,  kolları sıvar. Binalar hızla  bitirilir. Bir de kütüphane ve diğer donatılar için vakıf kurulur, Osmanlı geleneğine uygun.

Karatodori hoca, ilk olarak Eylül 1920’de Berlin’den ünlü Profesör Yorgo Yoakimoğlu’nu, kuruluşta yardım için çağırır. Yoakimoğlu hijyen ve mikrobiyoloji bölümlerini üstlenir.

İzmir’in Yeniden İşgali

Üniversitenin 10 Ekim 1922 günü açılması hedeflenir. Yunanca temel eğitim dilidir, bazı durumlarda Türkçe ve diğer diller de olacaktır. Üniversite, cinsiyet ya da milliyete bakılmaksızın herkese açıktır. Kız erkek, İslâm Hıristiyan karışık okuyacaktır. Dünyanın ve elbette Osmanlı’nın çeşitli yerlerinden öğrenciler gelebilecek, doktora, diploma ve sertifikalar verebilecektir.

İzmir’in yakınında, Tepeköy’de bir tarımsal deneme çiftliği açılır. Tarım uzmanları eğitilecek, çitçiler tarımsal üretim yöntemleri, hayvan ve bitki hastalıkları üstüne bilgilendirilecektir.

Aralık  1920’de, İzmir İyon Üniversitesi için kurulan vakıf sayesinde laboratuarlar deney gereçleriyle, kütüphane kitap ve belgelerle dolar.. Karatodori Leipzig Üniversitesi’yle işbirliği ederek Avrupa üniversiteleri düzeyinde bir kütüphane düzenler.

Düşman “Yunan” askerinin işgali yetmemiştir, İzmir “düşman” bilim insanları tarafından bir kez daha “işgal” edilmektedir! 9 Eylül 1922’de İzmir “kurtarılır.”. ”Düşman” Profesör Karatodori  kütüphane ve labarotuarı bu tarihten birkaç gün önce Atina’ya taşır.

Her Yanımız Düşman

“Kurtuluş” ertesinin “tarih yazıcı rahipler”inin bitmeyen bir “kutsal” görevi vardır; köşe bucak düşman ararlar. Düşman ya göze sokulur, ya da defterden silinir. İzmir İyon Üniversitesi “defterden silinen” düşman girişimlerindendir ve bu yüzden “kutsal resmi sayfalar”ın hiçbirinde görülmez. İzmir’in eğitim tarihinde ilk üniversite 1956’da kurulan Ege Üniversitesi olarak geçer. Hem de İzmir İyon Üniversitesi’nin bıraktığı yerden başlayarak, yani tıp ve ziraat fakülteleri ile eğitime başlar. Ama tarihçesinde ne İzmir İyon Üniversitesi’nden, ne de dünyaca ünlü Karatodori’den hiç söz edilmez. Yüzleşmek, bu defterlerini yeniden açıp okumaktır da…

Düşman”ı defterden silme gerekçelerini önce üniversitenin adında aramalı. Ne demek İzmir İyon Üniversitesi? “Türk toprağı”nda “İyon” diye adı Türkçe olmayan üniversite olur mu?

Bu minderde “düşman”la güreş tutana sorarlar; İzmir Türkçe mi? Üniversite Türkçe mi? Hiçbir değil! İzmir’i de içine alan Batı Anadolu bölgesi Türkçe tarih kitaplarında “İyonya” diye öğretilmiyor mu?  “Anadolu” doğu demek (Anatoli), yani o da Türkçe değil. Bu noktadan çift dalan milli pehlivan “tuş” olur.

Yunanca “temel eğitim dili”dir! Nasıl olur da Yınanca temel eğitim dili olur? Her Türk buna karşı çıkmak zorundadır!!!

Neresinden tutmalı bu “kuvvetli” milli tezin?

Birincisi: İzmir çok dilin konuşulduğu, bunlar arasında “İzmir Rumcası”nın en yoğun konuşulduğu bir şehirdir. Ayrıca “Smirneika” (Rumca, Türkçe, Ermenice, Ladino, İtalyanca, Fransızca…) denilen bir diller senteziyle iletişim kurulabilen “özgün” bir şehirdir ve bu özgünlüğün hayat içinde oluşumu yüzyıllar almıştır.

İkincisi, “bilim dili” Yunancadır. Hayır, olamaz diyenler, tıp terimlerine baksalar yeter: Gastro, jinekoloji, ortopedi, pediyatri, urologia, kardiya… Hepsi ve dahası Yunanca’dır. Milli onuruna çok düşkün olan ya bunlara Türkçe karşılık bulur, ya da tıp fakültelerini kapatır! Paris’e okumaya gönderilen genç orada Türkçe eğitim görmüyor ya! Üstelik tıp eğitimi alacak genç Paris’teki mikrobiyoloji dersinde ve laboratuvar çalışmalarında aynı eski Yunan’dan beri kullanılan kavramlarla çalışacak.  İzmir İyon Üniversitesi’nde mikrobiyoloji laboratuvarında da öyle olmayacak mıydı?

Hele bu “biz” hassasiyetiyle dolu eleştiriyi yapanların azımsanmayacak kısmının “yabancı” dilde eğitim veren okullarda okuması, çocuklarını da buralarda okutmasına ne demeli?

Özerk İzmir

Ama, Yunanistan İzmir’de denize dökülmeseydi, İzmir Yunanistan topraklarına katılsaydı ve o zaman o üniversitede ve hatta İzmir’de bir tek Türk kalır mıydı?! Bu da “kuvvetli” milli tezlerden biri…

İzmir Yunanistan topraklarına falan katılmayacaktı. Bu niyeti taşıyan Yunanistan milliyetçi partileri, Sovyet Devrimi’nden, özellikle Kızıl Ordu’nun kesin üstünlüğünden sonra yapayalnız kalmıştı. İngiltere, Fransa kendi derdine düşmüş, ülkelerinde yükselen işçi sınıf mücadelesiyle boğuşur olmuştu. Yalnız kalmış Yunanistan’ın 5,5 milyon nüfusuyla 13,5 milyonluk ülkeyle, hem de deniz aşırı bir savaşta baş etmesi mümkün değildi.

Bu mümkündü değildi meselesinden önce hararetle tartışılan bir başka konu hep atlanır: Özerk İzmir!

İzmir’de “birlikte yaşama” iradesinin her tür ayrılıkçı-milliyetçi çabalardan daha güçlü olduğunun göstergesidir “özerklik.” Üstelik sadece “Türkleştirmeci”lere karşı değil, Yunanistan’a bağlı “özerk İzmir” isteminde bulunanlara karşı, Osmanlı’ya bağlı “özerk İzmir” mücadelesi verenlerdir onlar. Yani, İzmir’in işgali değil, iki türlü özekliği tartışılır: Amina hareketinin Yunanistan’a bağlı özerk İzmir arzusu ve Stergiadis’in de desteklediği, Sabitzade Emin Süreyya ve Çürükçüoğlu Nikolaki’nin canla başla gerçekleşmesi için çalıştıkları “Osmanlı’ya bağlı özerk İzmir.” Ve, bu “Özerk İzmir” 30 Haziran 1922’de resmen ilân edilir.  Ankara hükümeti, İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan yönetimi bu kararı tanımaz!

Yani, “düşman elinde kalsaydı” ile başlayan şartlı cümleler yalandır. “Emperyalistler” bile “Özerk İzmir”e karşı olduğuna göre…

İç Düşman Karatodori

Milliyetçi tekerleme: Elin “gavur”u bize bilim mi öğretecek?! İzmir İyon Üniversitesi’nin de, o üniversiteyi kuran “gavur” hocaların da tarihimizde yeri olamaz! Onlar da defterden silinmiştir. Açalım yine o eski defterleri:

İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” Bu hadisi şerifin varlığını kabul edenin, İzmir’e gelen “bilim”i kabul etmemesi tam bir milliyetçi muhafazakâr zafiyet örneğidir. Üstelik ortada onun çarpık zihniyetinin ifadesi olan “gavur” da yoktur.

Karatodori’nin babası, hukuk ve matematik eğitimi almış bir değerli diplomattır ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Brüksel büyükelçisidir. Büyük dede İstefanidis saray hekimidir. Ayrıca Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin kurucusudur ve orada öğretmenlik yapmıştır. Yeğeni Konstantin Karatodori ise Lonra’da eğitim görmüş bir cerrah ve göz hastalıkları uzmanıdır; o da saray hekimi olmuştur ve o da Tıbbiye’de ders vermiştir. Dr. İstefan Karatodori’nin oğlu Aleksandr Karatodori Paşa ise hukuk ve matematik eğitimi almış bir Osmanlı diplomatıdır ve Hariciye Nazırı (dışişleri bakanı) olmuştur. Osmanlı tarihinde başka bir Hıristiyan yoktur bu makama gelen..

İşte İzmir’de üniversite kuran Konstantin Karatodori böyle bir aile geçmişine sahiptir. Aile Brüksel’de iken annesi vefat eder. Konstantin altı yaşındadır ve genç Caratheodory büyükannesi, Eftalia Petrokokkinos ve Alman dadı tarafından yetiştirilir.  Gençliğini Brüksel’de geçirir. Türkçe, Flamanca ve Almanca’yı rahatlıkla konuşur. İnşaat mühendisliği okur ve amcası Alexander Stephen Karatodori’nin daveti üzerine 1898  Yılında Mısır’a gider. Asuan Barajı inşaatında bir mühendis olarak çalışır. Ama aklı fikri matematiktedir. 1903’te Berlin’e gider ve iki yıl matematik eğitimi alır ve Göttingen Üniversitesi’nde matematik hocalığına başlar. Albert Einstein ile yakın arkadaş olurlar. Einstein “görelilik kuramı”nı geliştirirken Karatodori’ni yararlanır.

Karatodori’yi “düşman” sınıfına sokup defterden silmek kolaydır, ama tarihine sahip çıkan hiçbir şehir ve o şehirdeki hiçbir üniversite Karatodori’yi ve kurduğu “ilk” üniversiteyi “yok” sayamaz. Onun matematiğe ve termodinamiğe katkılarını erbabı bilir. Meselâ: Varyasyonlar matematiği,  Termodinamiğin aksiyomatik formülasyonu, Gerçek değişken ve ölçü teorisinin fonksiyonlar teorisi, Karmaşık fonksiyonlar teorisi. Ayrıca fiziğin matematiksel temeli alanlarında, termodinamik , geometrik optik , mekanik alanlarında katkıları vardır.

İzmir “düşman işgalinden kurtarılmadan birkaç gün önce, Karatodori, tüm kütüphane ve laboratuvarları Atina’ya taşır. Acaba taşımasaydı “yangın”dan kurtulur muydu o kitaplar, bilinmez… Acaba İzmir, Türkiye Cumhuriyeti’nin “özerk” bir bölgesi olsa, İzmir İyon Üniversitesi ne düzeyde olurdu, nasıl anılırdı?

Karatodori’nin geniş sülalesi İstanbul’da yaşamaktadır ve hep “Osmanlı vatandaşlığı” savunucusu olmuşlardır. Karatodoriler’den düşman devşirme meraklıları çok zavallıdır.

 Aynı Dilde Ayrı Dua

Gelelim Yoakimoğlu’na, onun ne işi var İzmir’de?”

Yorgos Yoakimoglou 1887 yılının bir 28 Aralık gününde, karlı bir Kula sabahına doğar. O günlerin Kula nüfusunun üçte biri, ki üç bin dolayında olmalı, Ortodoks Rum’dur. Kulalı Hıristiyanlar Türkçe’den başka dil bilmezler , Yorgos ortaöğrenim için İzmir’e, Evangeliki Skholi’ye gönderilir, burayı başarıyla bitirince Berlin Üniversitesi’nde tıp eğitimine gönderilir. Orayı da başarıyla bitirir ve biyokimya dalında doktora yapar. Meslek hayatı aralıksız araştırmalarla geçer. 1913’te Berlin Üniversitesi farmakoloji çalışmaları başkan yardımcısı olur. Orada “kaşıntılı humma”ya karşı mücadele çalışmalarıyla ün kazanır ve aralıksız üniversitede hocalık yapar. Karatodori çağırınca da “memleket”i İzmir’e koşa koşa gelir. O İzmir’de üniversite için çalışırken bütün sülalesi Kula’da onun başarısı için “dua” etmektedir.

Ya, işte İzmir’e gelen Karatodori ve Yoakimoğlu adlı vatandaşlarımız böyle bir kişilerdir. İkisi de gerçek birer “Osmanlı”dır! Ama İttihatçılara göre bir “kusur”u vardır ikisinin de: “Dua”ları farklıdır, Hıristiyan’dır onlar.

Niçin Hep Hak Kazanmaz?

İttihatçı zulmünden kurtulmak, “Özerk İzmir”de çok renkli yurttaşlar olarak yaşamak isteyenler kaybeder. Ülkeyi savaşa sokan, Ermenilerin soyunu kurutan, mallarını gasp edenler kazanır. Onlar silahlıdır.

Çürükçüoğlu Nikolaki 10 Eylül günü Çankaya’da kaldırım üstünde ölü bulunur. Sabitzade Emin Süreyya da aynı günler ortadan kaldırılmak istenir, ancak onun gibi  İzmir halkının sevgisini kazanmış birinin o günlerde öldürülmesinden çekinilir. Ancak Kasım 1922’de İstiklâl Mahkemesi engizisyonunun kararıyla idam edilir. Belediye reisi Hacı Hasan Paşa olacakları sezmiş ve Atina’ya kaçmıştır. Mevlanzade Rıfat, Hafız İsmail Hakkı, Refet, Resmolu İbnülfevzi Mehmet Ferit, Menekşelioğlu Mehmet Refet “Yüz Ellilik Liste”ye dahil edilir ülke dışına sürülür ve ülkelerinde hâlâ “birlikte yaşamak” isteyenler ile “ya kurtuluş, ya ölüm” diyenlerle mücadele içindedir.

Son söz: Bilenler ve bilmeyenlere anlatmıştır nasıl olsa, ben yine de yineleyeyim. Karataş semtinde, kara kaya üstünde saklı mekân bugün İzmir Kız Lisesi’dir.

Talât Ulusoy- 12 Temmuz 2015

Yüzleşme Mekânları3-1: SAKLI MEKÂN MASALI

Yüzleşme Mekânları 3-1

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman yılları içinde bir koca kara kaya varmış. Üç boy denize dalar; Bahri Baba’dan (1) Karantina’ya (2) geçit vermezmiş. Gel zaman, git zaman kayanın sudan yana yarısı berheva edilince; “Dolma”dan (3) Karantina’ya  yalı yalı gidilir olmuş; Çeşme’ye kervanlar, Reşadiye köyüne (4)  tramvaylar gelir gider olmuş. Soran olurda kalan kaya ne olmuş, onun da üstüne bir koca mekân kondurulmuş ki, hâlâ Körfez’e bakıp dururmuş. Ama buralar bugün o mekân ile değil, evvelden yol kesen koca “kara kaya”nın ile bilinir…

Yüz yılda yüz defa adı değişen bir mekân hangi sıfatıyla oralara isim olabilir?  “Hakikât”i inkâr ve iğfal eden “gerçek” yalanlarda geçmişi çalınan, asıl adı silinen o koca mekân, derler ki, şehre küsmüştür. O sebeptir ki yüzünü göstermez. Masal bitirilir!…

Tarihsiz Tarihçe

Masal içinde “hakikât” aramaktan korkan, “gerçek”in emrine girer. “Gerçek” tek rehberdir, ve “bu böyledir” der:

Okul binası 1911 yılında İzmir Valisi Rahmi Bey tarafından İttihat ve Terakki Mektebi olarak yaptırılmış, daha sonra Erkek Muallim Mektebi olarak kullanılmıştır. Fransız yapımı olan bina eğer Kurtuluş Savaşı sonrasında İzmir düşman elinde kalsaydı , “Helen Hastanesi” olarak hizmet verecekti.” (5) İşte o mekân hakkında “gerçek” budur.

Gerçek” diye yazılan bu satırlarda, “gerçek” kendi gerçeğiyle çelişkiye düşer. Meselâ mekânın yapım tarihi 1911 der, ama değildir! Bu yanlışa bir de Rahmi Bey yanlışı eklenir: İzmir’e 1913’te  “özel” vali olarak İttihat Terakki tarafından gönderilen Rahmi Bey’e 1911’de  bu okulu yaptırır!?

Yaptırır, “muktedir” yalanlarından üretilmiş sözlere “muasır medeniyet”te, gerçeği gerçeğe kırdırsa da, yine “gerçek” adı verilir. “Gerçekçi olunacak, ol!

Düşman”, “Helen Hastanesi” (6) olarak kullanılacakmış bu mekânı! Bu da “gerçek” bilgi. “Hakikât”te, o tarihlerde İzmir’de, Hıristiyan mahallesinde, Fasula düzlüğünde büyük bir Helen Hastanesi vardır. Kartal yuvasına hastane yapmak ancak resmi “gerçekçi”lerin mühendislik eseri olabilir. Bu tür mühendislikte “atmak” veya “sallamak” esastır.

Böylesi “serbest atış”lar, belediyelerden valiliklere, üniversitelerden orta öğrenim kurumlarına kadar her düzeyde resmi sayfalarda yazılan ve iler tutar yanı olmayan böylesi “gerçek”ler, aslında düşünmeyi “kilit”lemek, geçmiş ile bugün arasına “perde” çekmek işlevi görür ve serbesttir.  Meraklısına bulunduğu il ve ilçenin belediye sitelerinde “tarihçe” bölümünü dikkatlica okumaları önerilir.

Yüz yıllık “resmi gayret”lerin sonucu, “düşman” kelimesinin geçtiği yerde çoğu akıl sahibi TC’ci yurttaş “sebep-sonuç” ilişkisi arama gereği duymaz. Madem ki “resmen böyle”dir, “öyleyse öyle”dir şartlı refleksi! İslâm”ın beş şartı dışında, İttihatçı Cumhuriyet’in bir şartı budur.

Bir diğer şartlı refleks: “Öteki” ne yaptıysa kötü, “biz” ne yapmışsak “iyi” amentüsüdür. “İzmir düşman elinde kalsaydı” şartlı cümlesi, “düşman” zamanında ne olduysa “kötü” olmuştur, refleksini dayatır. Hele hele “Helen” ile “düşman” bir araya getirilince o mekânın “hastane” gibi insani kullanılma amacı bile “düşmanca” bir girişim olarak algılatılır, algılanır. Bu çarpık algının olguyla ilişkisi yoktur. İttihatçı Cumhuriyet’te toplumun çoğu, bu ilişkiyi aramayı aklına getiremez, çünkü “milliyetçi, Atatürkçü, İslâmcı” insanlar yetiştirecek bir “eğitim şart” anlayışıyla “biçim”lenir. Toplumsal, siyasal mücadeleyi kim kazanırsa kazansın, sonuçta geçmişe dair “hakikât”i  hafızalardan uzak tutacak; insan ile geçmişi arasına bir karartma “perde”si çekilmiş olur. Tek ışık kaynağı “gerçek”tir.  “Gerçeğin vesayeti” altına sokulur özellikle eğitimli “gerçekçi pervane”ler…

Perdenin önünde resmi “gerçek”in nefret dilli “al” (Türk) ve “yeşil” (İslâm) “gerçek”ler vardır sadece. Bunlar “Mukaddes İstiklâl” ya da “Kutsal Kurtuluş” uğruna “Milli Birlik ve Beraberlik” için söylenen “faydalı” yalanlardır; çünkü “kimseye zararı yoktur, devlete, millete yararı çoktur!” Zihniyet bu olunca, ortalık “faydalı yalan”dan geçilmez olur “gerçek bilgi” adı altında.

Bilinir ki “bilgi iktidardır”, “gerçek bilgi” demir yumruklu bir iktidardır. ve “kutsal yalan”ların “bilgi” pazarına sürülmesiyle kuvvet kazanılır. “Yalan”ın oluşturduğu algılarla yönlendirilir, yönetilir toplum.

İşte, gözlerden ırak bir kaya üstünde “saklı hikâye”si saklanan koca kara bina, “milli yalancılık” mühendisliğinin bütün “algı” örneklerini içerdiği için, önemli bir yüzleşme mekânı örneğidir. “Milli Yalancı”lara tutsak kalmaktan kurtulmanın bir yolu bu mekândan geçer

“Mekân hikayeleri”nin giriş tekerlemesidir, bilinir: “İnsan yalan söyler, mekân yalan söylemez.”

Mekân’da Saklanan

“Tarihçe”de İttihat Terakki Mektebi diye bir okul geçer, doğrudur. “Sermayenin Türkleştirilmesi” gibi, “eğitimin Türkleştirilmesi”ni hedefleyen ithal malı İttihatçılar, 1908’den sonra ilk işlerden biri olarak “Osmanlı İttihat Mektepleri Cemiyeti”ni oluşturur ve halktan “İttihat mektepleri” açmak için para toplamaya başlar. İzmir ileri gelenleri de bir dernek kurar, hali vakti yerinde olanlar para koyar ve şu açıklama yapılır.

… ‘Türk Vatan Kulübü” adıyla önemli bir kulüp kurmaya yönünde çaba harcanmakta olduğunu ilgilenenlere bildiririz. Kulübün ‘Osmanlı Terakki ve İttihad’ Cemiyeti’ninkoruması altında  olması için gereken müracaatta bulunulmuştur…” Kulüp’ün  adıve İttihatTerakki Cemiyeti ile ilişkisi üstüne yapılan tartışmalar çok anlamlıdır. Ancak, konudan uzaklaştıracağı için geleceğin bir yerine erteleyelim. Devamla;

“Kulübün yeri ve binası için de Süleyman beylerin (Eczacıbaşı-tu) İzmir’ce meşhur olan Beyler Sokağı’ndaki büyük konak ve bahçeleri tahsis edilmiştir. Kulüp, başlıca şu iki maksat ve gaye üzerine kurulmuştur:.. Kulüp biri Türk, biri Rum, bir Ermeni, biri Yahudi olarak her sene dört zeki talebeyi (okutacak, bunlardan başka  ikisi ileride seçilip biri zabit biri de yeteneğine göre bir meslekte olmak üzere Avrupa’ya gönderilerek tahsil ettirmesini taahhüt eder…” (Hizmet gazetesi, 27 Ağustos 1908)  Dikkat: Meşrutiyet yeniden yürürlüğe konalı daha bir ay olmuştur ve İzmir’in ileri gelenleri Tanzimat’tan bu yana sahip çıktıkları “Ortak Vatan, Eşit Vatandaş” ilkesini takipte ısrarlıdır. Açıklamada verdiği sözü tutar ve “kurtluş” a kadar sürdürür.

Ama İttihatçılar da istedikleri okulu 1911’de açar. Ama okulun geçici binası Beyler Sokak’tadır (7), koca kaya üstünde değil. 1911 Tarihi binanın yapımına “mecburen” başlanılan yıldır. Resmi “tarihçe”nin yaptığı bir kronolojik hata değil, bir perdeleme çabasıdır. Serbest İzmir gazetesinde yer alan açık mektupta yazılanlar perdeyi kaldırmakta yardımcı olabilir:

Her yerde olduğu gibi Aydın vilayetinde (8) de milli yardım adına çok paralar toplanıldı. Köylülerimiz tohumluk ürününü satarak, şehirlilerimiz bütün zorunlu ihtiyaçlarından vazgeçerek ellerinde avuçlarında ne varsa size verdiler.

Siz bir takım kurumlar oluşturmak, okullar açmak vesaire gibi pek güzel ve ilk bakışta çekici sözlerle onları oyalıyor, aldatıyorsunuz. Çünkü aradan epey vakit geçtiği halde halâ hiçbir şey yapmadınız. Tiyatrolardan, konferanslardan adeta haraç gibi (toplanan), eşraftan senelik olarak alınan yardımdan elinize geçen binlerce liraları ne yaptığınızı, ne yapmak istediğinizi öğrenmek istiyoruz.

Ey İttihat ve Terakki’nin İzmir Şubesi’ni teşkil eden ulu kişiler! Bilmiş olunuz: İzmir halkı sandığınız kadar budala değildir. İşte bugün sizden hesap istiyoruz…” (9)

Onda Dokuzluk Erkek Millet!

O gün bu gündür verilen bir hesap yoktur. Aynı davada kişi hem davalı, hem davacı, hem de yargıç olur mu? Bu farklılıklar ortadan kalkarsa, hesap sormak da imkânsızlaşır. Hem davalı, hem davacı, hem de yargıç olunamaz ama, “hem suçlu, hem güçlü” olunabilir. 1915’ten beri suçlananlar, “hesap sorulması” gerekenler gücü ellerinden bırakmaz,

Toplanan paraların az bir kısmıyla, Serbest İzmir’de örneğini gördüğümüz kamuoyu baskısıyla, 1911’de “İzmir İttihat ve Terakki Mektebi” inşaatının göstermelik temeli atılır, ama öylece kalır!  Kalan paralar mı? Para toplamayı başlatan Doktor Nazım, devam ettiren Celal Bayar, Rahmi Bey ve takipçileri bu paraların hesabını vermez. İttihatçı saltanat ve İttihatçı Cumhuriyet dönemleri, gücü eline geçirenin “hayır işleri” için “hesapsız” para toplamasıyla maluldür!

Nitekim, topladıkları paraların hesabını vermekten kaçanlar, kötülüklerini ülkeyi savaşa sokmaya kadar vardırır. Ağır yenilgi ertesinde, 30 Ekim 1918’de Mondros anlaşmasıyla Osmanlı “Ordusunun derhal terhisini ve kargaşalık çıkarılan yerlerin işgal edilmesini” kabul eder. Savaş ertesinde soykırım ve savaş suçundan yargılanması gerekenlerin kimi ülke dışına,  kimi Anadolu içlerine kaçar. Kaçmak erkekliğin şanındandır!

Ne okul vardır ortada, ne de okul için toplanan paralar… İyisi mi bunu, İzmir’in milli kahramanı, “Yunan’a ilk kurşun sıkan” Hasan Tahsin yazdığı başyazıyla anlatsın:

Şimdi İttihat ve Terakki eski genel sekreteri Celal Bey (Bayar-tu), Manisa ve çevresinde dönüp dolaşıyor. Gazeteler kendisinden İttihat ve Terakki’nin genel sekreteri diye söz ediyorlar. Son İttihat kongresinde Talât, İttihat ve Terakki’nin paydos borusunu çalmamış mı idi? O halde şimdi taşra örgütlerinin eylemleri nasıl devam ediyor? İttihat ve Terakki ya var ya yok! Bunu anlamak istiyoruz. Varsa nasıl oluyor da memlekete bu kadar zulüm ve ihanette bulunan bir örgütün devamına izin veriliyor… İttihadın kılıç artıklarının haber sayfaları ilgili oldukları eski örgütün memleketi kan ve yoksulluk içinde batırdığını,.. en sonra adi hırsızlar gibi önemli bir serveti alarak bilinmeyen bir yere def olup gittiğini hatırlasalar ve sussalar.” (10)

Saklı “yüzleşme mekânı”nın kapısına geldik dayandık, ama lâf uzadı, bir türlü giremedik. Oysa bütün hikaye içinde gizli.

Bildiniz değil mi, orası neresi? Bilenler ve bilmeyenler için “devam”ı var.

Talât Ulusoy, 6 Temmuz 20015

  1. Bahri Baba (Parkı): Son kırıntıları “Konak Tüneli”ne yok edilen tarihi açık alan.
  2. Karantina: Şimdi “Küçükyalı” olan semt. 20.yy başına kadar gemilerle gelecek salgın hastalıkları önlemek için, gemici ve yolcular bir hafta kadar burada gözetimde kalırdı.
  3. Dolma: Konak kıyılarına eskiden halk arasında verilen ad.
  4. Reşadiye köyü: Şimdi adı Güzelyalı.
  5. Bkz, mebk12.meb.gov.tr
  6. Helen Hastanesi: Bugün Şair Eşref Bulvarı  üzerine, “Atatürk Lisesi” bitişiği
  7. Beyler Sokak: Kemeraltı’nda 848 sokak, 2.Beyler diye bilinir.
  8. Aydın Vilâyeti: O yıllarda İzmir Sancağı’nın merkez olduğu yönetim biriminin adı.
  9. 24 Şubat 1324 (8-9 Mart 1909)
  10. Hukuku Beşer gazetesi, 11 Aralık 1918

Yüzleşme Mekanları-1: ESİR HANLARI

Eğitim yoluyla bulaştırılan “özcülük” hastalığının en açık belirtisi “biz” özneli ifadelerdedir:

– Biz esir ticareti yapmadık, yapmayız!
– Siz kimsiniz?
– Biz Müslümanlar, biz Türkler!

Biz asla “öyle şeyler” yapmayız! Konu “öyle şeyler” olunca ikircimsiz bütün “Türk-İslâm” milletine kefil olan kişi, dönün bakın apartmandaki kapı komşusuyla kavgalıdır! “Yaramaz herifin teki” der lâf açıldığında, “her kötülük beklenir ondan!” Hele muhabbet konusu siyaset ise, “öteki” partinin alayı “hırsız”dır! Her “Ermeni …” sözü geçtiğinde “biz öyle şey yapmayız” diye fırlayan aynı kişi değildir sanki!

Bunun kökü, yedi yüz yıllık “millet hakime” kültüründe yatar. Sarayın, köşkün, konağın efendilerinin cümle İslâm milletine de bulaştırmayı farz bildiği “kibir”dir ve “zorunlu milli eğitim” ile şiddetlenen ve süreğenleşen bir haldir. Oysa kibir “günah”tır! “Biz, Türk-İslâm asıllılar, öyle şeyler yapmayız” demek “günah”tır.

İzmir’de, tarihi Kemeraltı’nda “saklanmış” bir han vardır, yüzüne bakan tanımaz. Adını sorarsan “Esir Hanı” der çevre esnafı. İyi ama, bu han niye “Esir Hanı” diye tanınır? Ama “on altı devlet yıkmış” milli ve dini tarihte “kölecilik” yazmaz!

“İnsani” İNSAN TİCARETİ!

“19.Yüzyıl sonlarına doğru “esir” isminin han için kullanılmaması, adından gelen fonksiyonu da yitirdiğinin belirleyicisiydi… Daha önceki yıllardaysa, esir ticaretiyle yapının ün sahibi olduğu, imparatorlukta 1854 yılından sonra bu ticaretin yasaklanmasıyla önemini kayıp ettiği de söylenebilir…” (Prof.Çınat Atay, İzmir Hanları, s.147, İzmir BŞB Kültür Yayını 2003) “

Demek ki, vakti zamanında bu handa “insan ticareti” yapılmış! Tarih 17. Yüzyıl sonları, 18. yüzyıl başları diye kestirildiğine göre, en azından iki yüz yıla yakın irice bir zaman diliminde “esir alınıp satılmış” bu handa. Esir ticareti Tanzimat’tan sonra Sultan Abdülmecit tarafından 1854’te resmen yasaklanmış!!! Eee, olmayan bir şey, yapılmayan bir ticareti padişah niye yasaklasın?

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa suresi) Kölecilik yok değil, “köle”ye iyi davranmak var! “Biz” Amerikalı “beyaz” adamlar gibi “kötü” davranmadık denilse bir dereceye kadar kabul, ama bu yapılmıyor, külliyen yalana sarılmak “milli görev” olmuş. Ya da “biz sadece hizmetçi ve cariye olarak köle kullandık” yalanı…

SARARMIŞ RESİMLERE SOR!

Cariye, hizmetçi bir yana, özellikle Ege ovalarına büyük çaplı pamuk üretimi için çok sayıda Afrikalı “köle” getirilmiştir. Delili mi? Hâlâ İzmir’in Söke, Torbalı, Bayındır ilçelerindeki “siyahi” köyleri… Yörede onlara “Arap” denir, neden ki?

Anlatan bir “siyahi”, bir “köle” kökenli, Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği başkanı Mustafa Olpak: “Bize neden Arap dediklerini de yıllar sonra öğrendim. Hacca deve yoluyla gidildiği dönemde, konu komşuya Hacca gittiğinin kanıtı olsun diye orada siyah çocuklar kaçırılıp getirilirmiş. Onların hepsinin nüfus kağıtlarında doğum yeri Arabistan yazar. Arabistan yarımadasında siyah yoktur ama bu yüzden Arap kalmış siyahların adı. Bafa, Milas, Söke bölgesinde dedeleri böyle getirilmiş binlerce kişi var…” Dernek adındaki Afrikalılar “bizim Afrikalı”lar, eski kölelerin Türkleştirdiğimiz (!) “özgür” çocuk ve torunları! Siyahi Afrikalı köleleri Anadolu’ya getiren Osmanlı’ya, onlardan “beyaz Türk yurttaş” devşiren Cumhuriyet’e ne kadar minnet duysak azdır!!!

İzmir Kent Kitaplığı tarafından yayınlanan “Eski İzmir’den Anılar” kitabında Şehabeddin Ege anlatır:

“Yalan inanç olan zenci alışkanlıklarından bizce tanınmış olan belli başlısı, her ilkbahar mevsimi İzmir’de yaptıkları dana bayramlarıdır… Bolluk bereket, eğer dana bayramı yapılmazsa, inanışlarına göre olmazdı… Bolluk ve bereketi getirecek olan buzağı ise kutsaldı. Dana bayramını ruhani bir kendinden geçme ve coşku içinde yaparlar ve volkan gibi ateş fışkıran iri dudaklı ağızlarına yanmış ateş alanlar, kızgın şişleri göğüs, burun ve avurtlarına sokanlar, yalın kılıç ve hançerleri bedenlerine saplayanlar olurdu…”

Bu “doğru inanç” içine bir türlü girmeyen “İslâmlaştırmadıklarımız”, kıyamet kopsa gelir her Mayıs’ta Eşrefpaşa Bayramyeri’nde toplanırlar bayramlarını coşkuyla kutlarlardı. Semtin adı Ramazan’dan, Kurban’dan değil, taa Afrika’dan Nijerya’dan, Sudan’dan, “dana”dan gelir. Egeli siyahiler “resmen” kullanmalarına izin verilmese de, “Dana Bayramı”nı bugün de coşkuyla kutlar.

GÖLGEDEKİ İTİRAFLAR

Pamuk üretimi, hac delili, saray-konak hizmetkârı ve benzer gerekçelerle çok “köle” getirilmiştir bu topraklara. Bakın, objektifine insanların da takıldığı eski fotoğraflara bakın, siyahi insanlar göreceksiniz. Özellikle İzmir fotoğraflarında… Gördükleriniz ya “azat” edilmiş “işe yaramaz” yaşlı köleler, ya da hâlâ çarşı-pazar işlerine gönderilen “ev-içi” kölelerdir.

Osmanlılar Müslüman yapmak için kimseyi zorlamamıştır! Peki küçük yaşlarda toplanan Hıristiyan çocuklarına ne demeli? Çocuk kaçırmadım; tellâl ünlettim, sekiz yaşından küçük, yirmi yaşından büyük olanları ailelerinden koparmadım ve hatta ailelerin rızasıyla aldım demek, kurtarmaz! Padişah, paşa, bey, ağa hem “köle”si yapmak, hem de “kitaba uysun“ diye Müslüman yapmak için insanlara zor kullandı. Milleti Hakime’nin tepesindekiler bütün Milleti Hakime’yi, yani İslâm-Türk milletini “biz” üzerinden suç ve günahlarına ortak ettiler, ediyorlar.

Hiçbir delil ikna edici gelmiyorsa, Şemseddin Sami’nin 1876 baskısı Kamus-u Türki adlı sözlüğüne başvurun; orada yer alan “esir sosyolojisi” kapsamındaki onlarca kelime gökten mi indi?! Sadece iki örnek: Cariye, Akçe ile satılıp alınan hizmetçi kız. Esasen harpte esirliğe giriftar olmuş (savaşta esir düşmüş) veya sahibi evveli (ilk sahibi) tarafından satılarak muameleyi zevciye (eş olarak) alınmış kız; Celebdan, Vaktiyle sürüyle esir sevk (önüne katıp götürmek) ve esircilere füruhat eden (satan) eşrefi mahlukat tüccariyesi (insan ticareti)…

İslâm’da insanı köleleştirmek şiddetle yasaklanmış! Ya Hu, bir Afrikalı “siyahi”yi, Balkanlar ve Kafkaslar’ın bir Hıristiyan çocuğunu hür olarak yaşadığı topraktan söküp getiren, alıp-satan sen değil misin? Bu nasıl bir “yasak”? Burundan kıl aldırmayan savunmalarla karşılanır böyle sorular:

– “Öyle de olsa, İslâm “kölelik” müessesesini getirmemiş, sadece köleler lehine daha insani ve vicdani yumuşatmalar yapmıştır…”

Bu sözler “itiraf” değil de nedir? Hem “köleler lehine” yumuşatmalar yapacaksın, hem de sende “kölelik” kurumlaşmış olmayacak? Kurumlaşmanın daniskası, en inceltilmiş hali!!!

– Sahip (efendi, bey, paşa) cariyeyi hamile bırakırsa, doğacak çocuk ”özgür” olacak! Üstelik bu cariye-anne artık alınıp satılamayacak!

Gördünüz mü “Milleti Hakime” adaletini? Amerika’da kölenin çocukları da köle olurdu, Osmanlı’nın yaptığı bu “insani” yanlarıyla Amerikan köleciliğinden ayrılırmış!

HEM HADIM EDER ADAMI, HEM VEZİR EDER!

Harem ağası için; saray ve konaklarda harem bölümünü korumak ve türlü hizmetlerini görmekle yükümlü olan “hadım edilmiş siyahi” tanımı yapılır. Hadım etmek, enemek kelimesi Osmanlı dünyası dışından mı Türkçe’ye bulaştı acaba? Kamus-u Türki pek net açıklamış “hadım” kelimesini: Aleti tenasülü kat olunmuş (üreme organı kesilmiş) erkek.
Haremağası deyip geçmeyin! Kolay değil, türlü eğitim ve rütbeleri aşıp yükseliyorlar. En yükseğe erişeni kızlarağası oluyor. Kızlarağası padişah ve sadrazamdan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda en yüksek rütbe. Evet, evet! Cümle beylerbeyinden, cümle paşadan da yüksek! Gördünüz mü Osmanlı’nın farkını, hem adamı “hadım” ediyor, hem de “vezir”! İyi ki Osmanlı’da kölecilik uygulaması kurumlaşmamış , bir de kurumsallaşsaydı (müesseseleşseydi) var ya!..

İzmir’de “Esir Han” gibi unutulmamış, gün boyu dolup taşan pek meşhur bir han var: “Kızlarağası Hanı”. Oysa burası da bir “esir”in hanı. Hanı yaptıran Kızlarağası Beşir Ağa, “azat” edildikten sonra, han yerine bir köşk, bir saray da yaptırabilirdi kendine; “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı, içinde salınan yar olmayınca” diye hayıflanmış, han yaptırmakta karar kılmış olmalı!

Ya Hu, ya Allah’ın garip kulu, gündemin bu kadar yüklü olduğu şu günlerde nereden çıktı bu garip muhabbet, demeyin. Bakın, geldi çattı 2015! “Özcülük” bu 2015’te “tavan” yapacak! Hattâ “Bizim en kötümüz başkasının en iyisinden iyidir” diyebilen bir meclis başkanı özcülük çıtasını en yükseğe taşıdı bile. Bu söz, bir Türk’ün, bir Müslüman’ın yaptığı ve yapacağı her kötülük “yargısız beraat” alır hükmünün ilâmı değil mi?

Her şehrin “esir han”ları vardır. Bunlar görülüp gösterebildiği gün, hiçbir suçlu cezasız kalmaz!

Talât Ulusoy
18.01.2015

TEK YOL İNKÂR…

İttihatçı suçlarının hesabı yüz yıldır sorulmadı. Bu suçları işleyenler hep kuyruklarını “dik”  hem de iktidarı ellerinde tuttular, eğilmediler.

Doksan yıllık İttihatçı Cumhuriyet saltanatında, “önce adalet” diyen seçilmiş ya da ‘atanmış’ pek görülmedi. Kanun mıncıklamak adalet arayışı gibi yutturuldu. Dünyevi ya da ilâhi adalet arayıcısı mağdur, iktidar koltuğuyla beraber İttihatçı çizgiye oturdu. İstiklâl Harbi, Çanakkale ve Sarıkamış üstünden gidenin mecburi istikametiydi bu.

İttihatçı çizgi, 1915’ten beri izlenen “Büyük Yolsuzluk”u inkâr çizgisidir. Yüz yıldır hesabı sorulamamış olan bu “yolsuzluk”, ardından gelen sayısız yolsuzluklara kaynak ve örnek olmuştur: İnkâr, hep inkâr, ölümüne inkâr!

O yüzden, bu memlekette adalete yönelmek, ancak ve ancak bu büyük yolsuzluğu sorgulayarak olabilir: 1915’te “gasp edilen” mallara kimler el koydu? Lozan’da “söz” verildiği halde bu mallar niye sahiplerine geri verilmedi?

Her sınıf ve zümreden insan şu görüşte birleşiyor: Bu memlekette hukuk düzeni bozuk; savcıya, hakîme, mahkemelere güvenilmez! Doğrudur. İstiklâl mahkemeleri kaldırıldığından (1949) bu yana; örfi İdare (sıkıyönetim), olağanüstü hal, özel yetkili mahkemelerle “adalet” dağıtıldı.  Adalet dağıtmakla görevli olanların bile “önce adalet” diyemediği, “önce devlet” dediği bir “garip” hukuk içindeyiz. Büyük Soygun’u gizlemek için kurgulanmış bir garabettir bugün “adalet” dediğimiz yapı.

İstiklâl mahkemeleri “vatana ihanet”i önlemek için kurulmuş gibi sunulur. Aslında kuruluşundan başlayarak esas görevi “1915’te işlenen suçu örtmek, suçluları korumak”tır.  Ali Çetinkaya ve Ali Kılıç gibi Ermeni Soykırımı suçlularının o mahkemede “yargıç” olarak oturabilmeleri bir tesadüf müdür sizce?

İzmir Yangını’ndan sonra Denizli mebusu Yusuf Refik Bey, beraberinde bir grup milletvekiliyle Batı Anadolu’da incelemeler yapar. Manzara korkunçtur, Ankara’ya dönmeyi bile beklemeden Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey’e bir telgraf çekerler. 28 Eylül 1922 günü Büyük Millet Meclisi’nin yüz on birinci toplantısında, “Kurtarılmış yerlerde geçici ceza mahkemeleri kurulması” hakkında bir kanun tasarısı ve geçici encümen mazbatası görüşülürken, okunan telgrafda:

“Muhtelif tarihlerde Ankara’dan hareket(le), muhtelif istikametlerde kasabaları, köyleri dolaşarak ve halk ile uzun uzadıya hasbıhal ederek (görüşüp konuşarak) İzmir’e geldik, burada da vaziyeti umumiyeyi tetkik ettik (genel durumu inceledik) …

 Dedikten sonra iki maddelik bir öneride bulunulur. İkinci maddesi aynen şöyledir:

“Emvali metrukeden (terk edilmiş mallardan) münbais (dolayı) namütenahi (uçsuz bucaksız) yolsuzlukların önüne geçerek hukuku Hazinenin sıyanetini temin eylemek (Hazine’nin haklarını korunmasını sağlamak) ve bu yebayi ahlâkiye musab olanlarla (ahlaksızlık hastalığına düşenlerle) işgal müddetince hıyaneti vataniyede bulunanları tecziye etmek (cezalandırmak) üzere vilâyatı müstahlasaya (kurtarılmış illere) hemen istiklâl mahkemeleri izamı (yollanması).”

Ancak Adalet Encümeni İstiklâl Mahkemesi yollanması ile yetinmez, İzmir’de “olağanüstü hal” var diye, zaten olağan dışı bir mahkeme olan İstiklâl Mahkemesi Kanunu’nda bir değişiklik önerir. Bu öneride “savcıların kararlara itiraz hakkı olmayacak ve idam kararları Meclis onayına sunulmadan uygulanacaktır.” 

Hüseyin Avni Bey bu öneriye karşı çıkar: “Bu son biçimiyle mahkemelere… ne diyeyim. Bilmiyorum… Uygar bir milletin mahkemeleri; daima savcılarının murakabe ve kontrol haklarını korurlar…”

Öneri sahiplerinden Ertuğrul mebusu Mustafa Kemal Bey değişiklik gerekçesini şöyle açıklar: “Olağanüstü zaman(dayız), düşman tarafından işgal edilen yerlerde Yunan düşüncelerine, Yunan emellerine hizmet eden … bir takım alçaklar vardır…” der Ve telgrafta yazılı gerçeği de önergenin gerekçelerine eklemek zorunda kalır: “Gasp ve yağmacılık edenler vardır, her türlü suç vardır…”

İttihatçı jargonda  “hain, alçak, düşman” kelimeleri, farklı görüşleri “tehdit” için bugün de yapıldığı gibi bol bol kullanılır. İttihatçı tarih “kahramanlar ve hainler” diyalektiğidir. Ama hiç “hırsızlar, soyguncular, tecavüzcüler” yoktur. Neden? Çünkü “biz” , yani Türkler, yani Müslümanlar öyle şey yapmayız. Her gün cereyan eden sayısız hırsızlığı “haşhaşiler” ya da “ecinniler” yapar!

Konya mebusu Vehbi Efendi uyarır: “Bu gibi meselelere inceleyinceye ve saptayıncaya kadar Yunan taraftarlığıyla kimse suçlanmayacaktır, demelidir… Bu kanunda mahkeme oluşturma ve savcı seçimi var. Fakat savcının müdahaleye yetkisi yok. Bu ne demek anlayamadım. Savcı atanıyor… mahkemenin vermiş olduğu karara müdahaleye yetkisi yoktur… Şu halde savcı yok demektir. Bu maddenin ruhu savcıyı ortadan kaldırmaktır. Ya savcı vardır, yahut da yoktur…”

Maksat “gasp ve yağma”yı önlemek değil, İzmir’deki “muhalif”leri temizlemektir. Nitekim İzmir’de, “kahramanlar” için “hak” olan “emvali metruke” talanı “Onuncu Yıl Marşı”nın söylendiği yıllarda ve sonrasında da sürer. Yağmacılar, emvali metruke tapularını cebine koyanlar sorgulanmaz.

Bu toplum yüz yıldır huzur arıyor. Aranan huzur şu sorunun cevabında: Bu memlekette tapular hâlâ niye şeffaf değil?

Tal’ât Ulusoy-TARAF, 3 Mart 2014

uiusoytalat@yahoo.com

TEKKELER ve HİCAZKÂR

Kasım-Aralık ayları Cumhuriyet’in “Devrim Tarihi”nde önemli aylardır. “Şapka”nın (28 Kasım 1925) ardından çıkarılan “Tekke ve Zaviye”leri kapatan kanun 13 Aralık 1925’te yürürlüğe girer. Bir yıl önce çıkarılan Diyanet İşleri Reisliği “açma” kanunu ile birlikte değerlendirilince görülür ki, İttihatçı Cumhuriyet, “devlet dini”ne ortak olacak hiçbir inanç ve “sivil” kurumun yaşamasını istemez. More

Previous Older Entries