“Küçük” NUTUK 4 / 31 Ağustos 1922

Bugün “Kurucu Meclis” doksan dördüncü toplantısını yapmaktadır ve; ilahiyat medresesi açılması tasarısı, sivil sıhhiye memurları ve baytarlar hakkındaki tasarı, sinema şeritleri hakkındaki tasarılar ve vakıf köylerinin aşarı (ondalık vergisi) ile deniz araçlarından alınacak vergiler gibi konular gündemdedir.  Ayrıca Afyonkarahiisar’ın “kurtuluş”unu ve “zafer”i kutlayan telgraflar vardır, onlar okunur. Her tür haberleşmede, telgraf direk ve tellerinde bir sorun yoktur.

Gelen kutlamalar arasında Lâzistan Mebusu Dr. Abidin Bey’in çektiği telgraf da vardır. Çekilen telgraf değil ama, Abidin Bey (Zeynel Abidin Atak) ilginçtir.

Dr.Abidin Bey Lazistan mebusudur ve Arnavut’tur. Lazistan, Trabzon vilayetinin bir sancağıdır ve Hemşinli Ziya Hurşit Bey de Lazistan mebusudur. Her ikisi de “sıkı” İttihatçıdır, her İttihatçıyım diyeni beğenmezler. 1923’te Lazistan sancağı kaldırılır ve yerine Rize ili kurulur.

Abidin Bey Meclis’te kısa fakat ateşli konuşmalarıyla bilinir. Meselâ “Kurucu Meclis” açıldıktan on beş gün sonra (4 Mayıs 1920) yaptığı kısa konuşmadaki şu sözler ona ait:

“… Bazı mütareke hükümlerinden saklı olarak belki de, Rize’nin ve gerekse Of’un ve gerekse Sürmene ve oralar(ın) da Ermenilere ait olduğuna dair gizli bir oturum yapılmıştır. Biz bunu kabul edecek miyiz? Hayır, hiç­ bir vakitte. Kan ile bir sınır belirlemekten başka hiçbir şey olamaz. Ya kanla bir sınır belirlemek veyahut defolup gitmektir. Başka hiçbir şey olamaz. “ (TBMM Zabıtlar, c.1, 11. Birleşim, s.208-209)

Giresun, Tirebolu ve Ordu kazalarından oluşan ayrı bir yönetim birimi oluşturulması tasarısı görüşülürken söz aldığında şunları der:

Muhterem kardaşlar, Vehbi Bey gayet büyük bir saflıkla bir şey beyan buyurdular ki o da, meseleyi kendimiz halledelim ve kendimiz bütün namuslu ırkları harekete geçirelim ve amansız düşmanı… buradan kovalım…  Celâl Bey kardeşimiz diyorlar ki; siz onlardan bir yardım mı bekliyorsunuz ve onlarla uyuşmak veyahut onların merhametini üzerinize mi çekmek İstiyorsunuz? Asla! Buraya gelen bütün arkadaşlar, eğer merhameti celbetmek için geldilerse lanet olsun, defolsun gitsin. Yani bu fikirle biz buraya toplanmadık… Burada bulunan şerefli (insanlar-tu) İslam’dır elhamdülillâh ve İslamların da hâkimiyetini istiyorsunuz, İslamların ticaret yerini mi, Hıristiyanların yerini mi merkez yapmak istiyorsunuz? Hıristiyanların istiyorsak Ordu olsun. Çünkü Hıristiyanlar orada dehşetli ticaretler yapıyorlar ve dehşetli ticaretleri vardır. Fakat Giresun olursa tekmil o ticaretleri kırılacak ve mahvolacaktır…. Ben esasen Arnavut’um. Fakat oraları gezdim. Giresun kadar fedakârlık yapan, gerek mal bakımından ve gerek manevi bakımdan İslamların fedakârlığı kadar, hattâ seçim bölgemde bile görmedim.”  (TBMM Zabıtlar, 106. Birleşim, 30 Kasım 1920, s.143-144)

“Kurucu Meclis”in Lazistan mebusu Arnavut Abidin Bey’i kendi sözleriyle anlatmaya çalıştım. Anlaşılmayan veya eksik kalan bir yan kaldıysa şu sözleri tamamlar sanırım:

“Efendiler! Tıpta (Ukdetülhayat) (hayat düğümü) denilen bir nokta vardır ki, o noktaya dokunulduğu vakitte şahıs kesin olarak ölür gider, işte bizim İzmir’imize dokunulduğu takdirde her türlü teşebbüse kesinlikle müracaat edeceğiz ve bütün engelleri parça parça edeceğiz. (Bravo sadaları.) Efendiler! Başta fedakâr kumandanlarımız olduğu halde ve bu Büyük Millet Meclisi olduğu halde bütün engelleri kıracağız ve İzmir ekonomi bakımından bizim memleketimizin en büyük bir yeri, bir mal yeri, bir Türk yeri olan burayı işgal edeceğiz…” (TBMM Zabıtlar, 43. Birleşim, 15 Mayıs 1922, c 20, s.57)

Zeynel Abidin Bey, dört ay öncesinde bile İzmir’in geri alınması veya “kurtuluşu”ndan değil, İzmir’in işgal edilmesinden söz edebilecek kadar “uzak görüşlü” ve açık sözlü bir kişi. Öyle değil mi?

Talât Ulusoy – 31 Ağustos 2917

“Küçük” NUTUK 3 / 30 Ağustos 1922

29 Ağustos günü Meclis toplanmaz. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü, yani Başkumandanlık Meydan Muharebesii’yle “zafer” kazanıldığı gün “Kurucu Meclis” toplantı halindedir ve gündeminde iki önemli (!) madde vardır. Bunlardan biri;

Memaliki mustahlasadan (kurtarılmış yerlerden) firar veya gaybubet (kaçan veya kayıplara karışan) eden ahalinin emvali menkule (terkedilmiş malları) ve gayrimenkulelerinin (taşınmazlarının) idaresi hakkındaki 20 Nisan 1338 (1922) tarihli Kanunun birinci maddesine bir fıkra ilâvesine dair kanun lâyihası (tasarısı)”dır. Bakanlar kurulundan gelen bu tasarı Kavanini Maliye (Maliye Kanunları) Encümeni’ne havale edilir.

Özeti: Muzaffer ordunun kurtardığı yerlerde bazı Osmanlı vatandaşları her şeylerini (para, pul ev, bark) bırakıp kaçmakta veya kayıplara karışmaktadırlar! Bunlar “Müslüman olmayan” vatandaşlardır. Onların mallarının idaresi için hemen bir kanun tasarısı indirilir Kurucu Meclis’e.

Diğeri; “Eski valilerden merhum Reşid Bey ailesine maaş tahsis edilmesine dair kanun lâyihası”dır.

“Mehmet Reşid, 1913’te, âdeta Ermeni Soykırımı sırasındaki uygulamalarının staj alanı olacak Karesi’ye mutasarrıf olarak atanır. Rumların bölgeden zorla gönderilmesinde önemli bir role sahip olan Reşid Bey’in bu ‘başarı’sı, ona, Van, Bitlis, Diyarbekir ve Mamuretülaziz vilayetlerini kapsayan Umum Müfettişliği’nin Kâtib-i Umumiliği unvanını getirir. Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, onu “faal, muktedir ve erbab-ı hamiyetten gördüğü” için, bu görevi Reşid’e vermiştir… Kasım 1918’de, soykırım faili olarak Bekir Ağa Bölüğü’ndeki yerini alacaktır. Ocak 1919’da buradan kaçmayı başaracak, fakat yakalandığında idam edileceği korkusuyla intihar edecektir. Ardında, 1917’de Mithat Şükrü Bey’in soykırım sürecinde bir hekim olarak nasıl bunları yaptığını sorduğu soruya, 1915’te yaşattığı vahşeti net bir şekilde anlatan şu cevabı bırakacaktır: “(…) Ermeni eşkıyası, bu vatanın bünyesine musallat olmuş birtakım zararlı mikroplardı. Hekimin vazifesi de mikropları öldürmek değil midir?” (AGOS, Emre Can Dağlıoğlu  10.04.2015)

Koyulaştırılmış yerler, başta hekim İttihatçılar olmak üzere cümle İttihatçıların “milli” görüşünün özlü ifadesidir.

İşte, kazanılan zaferin yanı sıra, böyle bir Reşid Bey’e “vefa borcu” ödeyen “Kurucu” Meclis bir “İttihatçı dayanışması” göstererek taçlandırır 30 Ağustos “zafer” gününü!

Ve, Afyon Karahisar’ın “kurtuluş”undan dolayı  Akşehir Müdafaai Hukuk Başkanlığı ve  Karaağaç Belediye Başkanlığı’ndan gelen tebrik telgrafları okunur. Haberleşme çok seridir.

Yalnız, telgrafın telleri sadece zaferi iletir, Hıristiyan Osmanlı vatandaşlarının çoluk, çocuk tümünün “savaş suçlusu” sayılarak maruz kaldıkları durum hakkında bilgi iletmez. Ama Kurucu Meclis, onların mal ve mülkünü “idare” etmeyi acil eylem olarak görür.

Bugün, aynı zamanda Kütahya’nın “kurtuluşu“dur.

“Zafer” gününün sorusu: Mutasarrıf (sancak amiri/kaymakam) Ali Faik Bey’in direnip İttihatçı canilere 1915’te teslim etmediği ve nadide çinileri hâlâ yaşayan Kütahya Ermenilerine ve Rumlarına acaba ne olmuştur?

Cevap anahtarı: Kayıplara karışan Osmanlı vatandaşlarının mallarını “idare” tasarısı ile birlikte değerlendiriniz.

 

26 Ağustos Büyük Taarruz’unun bir “zafer” olduğu, Mareşal Fevzi Çakmak’ın telgrafından iki gün sonra, Büyük Millet Meclisi doksan ikinci oturumuna 28 Ağustos günü Başkumandan Mustafa Kemala Paşa’dan gelen telgrafla kesinlik kazanır.. Haberleşmede bir gecikme yoktur. Meclis’in tatil olduğu 27 Ağustos Pazar günü gelen telgraf ancak Pazartesi günü Meclis’te okunur:

“T. B. M. Meclisi Yüce Başkanlığı’na

İki gündür aralıksız devam eden çarpışmalar neticesinde düşmanın Afyon Karahisarı mevzileri düşürülmüş ve Afyon Karahisar’ımız geri alınmıştır. Esirler, ağır ve hafif top, mühimmat ve her nevi malzemeden ganimetler (abç) çoktur. Düşmanın çeşitli mevzilerinin her biri birkaç hattan oluştuğu için kıtalarımız birçok müstahkem hatları birbiri ardından düşürmek mecburiyetinde bulunmuştur. Hazırlıklarımız her nevi teknik araç ve geri çekilme engelleri ile donatılan ve güçlendirilen düşman mevzilerinin bazen bir saatten az bir zaman içinde düşmesini temin ettiği gibi asker ve subaylarımızın dünyaca kabul edilmiş cesaret ve yiğitliği bu defa da görmüş ve doğrulanmıştır. Kumandanlarımızın sevk ve idarede düşman kumanda heyetine üstünlüğü belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının müstesna kıymet ve kabiliyeti sebebiyle Meclisi Aliyi tebrik ederim.

Başkumandan Mustafa Kemal”

O gün iki de önerge görüşülür “Kurucu Meclis”te:

Birincisi Adana Mebusu Zamir Bey’in, ordumuzun zafer ve başarılarının devamı hakkında dua edilmesine dair önergesidir. Öneri kabul olunur ve Kırşehir Mebusu Müfid Efendi tarafından dua okunur. Önerge sahibi, dini bütün Zamir Bey’i tanıyalım:

Zamir Bey İttihat ve Terakki üyesidir, 1915 “Tehcir” davalarının firari sanıklarındandır. Savaş yıllarında Ermeni halkını yerinden etmek ve kitlesel katliam suçlarına iştirak ettiği için savaş ertesinde aranmaktadır ve “Kurucu Meclis”e mebus olur! “Zamir adını Cumhuriyet ertesinde değiştirerek Damar (Arıkoğlu) adını almıştır.

İkinci önerge Kütahya Mebusu Cemil Bey’in, “Harp Kazançları Komisyonu” üyelerinin aldıkları “haksız” ücretin geri alınmasına dairdir. “Harp Kazançları Vergisi” ünlü ””Varlık Vergisi gibi bir şeydir. Kökü Osmanlı’da daha gerilere götürülebilse de, esas olarak 5 Ağustos 1912 tarihli “Tekalifi Harbiye” (Harp Vergisi) kanununa dayanır.

“Savaşın çıkacağını ve Osmanlı’nın da bunun dışında kalamayacağını anlayan İttihat ve Terakki liderleri daha savaş başlamadan hatta seferberlik dahi ilân edilmeden Tekalif-i Harbiye (Harp Vergileri) kanununu çıkarmışlardır… O günlerde basında sansür de ilân edildiğinden, bu kanunun uygulanışında meydana gelen aksaklıklar ve halktaki tedirginlik resmî tebliğlerde kendini göstermektedir…” (Cemal Avcı. Tekâlif-i Harbiye ile Tekâlif-i Milliye vergilerinin Karşılaştırmalı Tanımı, www.atam.gov.tr)

Savaş başlamadan gelen savaş vergisi! İttihatçıların uzak görüşlülüğü mü, yoksa “gizli niyet”lerinin eylemi mi bu vergi kanunu?

İstanbul Meclisli Mebusanı’nca Nisan 1920’de bütçe ile ilgili görüşmeler sırasında “Harp Vergisi”nin yürürlükte kalmasına ve fakat vergi toplanmasının ertelenmesine karar verilir. “Kurtuluş Savaşı”nda ise aynı amaçla, üç ay süreyle Meclis’in tüm yetkilerini (!) üstüne alan M.Kemal Paşa, kanun kuvvetinde on emirden oluşan  “Tekalifi Milliye”yi (Milli Vergi) yürürlüğe koyar. Emredilen malı vermek, emredilen hizmeti yerine getirmek ve hatta bazı mallara el konulması yoluyla uygulanan bu vergi için geniş yetkilere sahip yerel ve merkezi komisyonlar (harp kazançları komisyonu) kurulur. Emirlere uymayanlar, İstiklâl Mahkemesi’nde cezalandırılır. Emirle alınan mallara karşılık savaştan sonra ödenmek üzere resmi makbuz verilir.

Yerel komisyonlarda zehir zemberek İttihatçılar görevlendirilir. “Kurtuluş”tan sonra makbuzu gösteren Müslüman vatandaş malının karşılığını alabilse de, Hıristiyan vatandaş türlü yollarla “hava” alır. Çünkü, “Kurtuluş” Savaşı Afyon’dan İzmir’e Ege’yi ve Samsun’dan Hopa’ya Karadeniz’i Hıristiyansızlaştıracak, kalan Hıristiyan vatandaşlar Lozan’ın eseri “mübadele” ile ellerinde “makbuz”larıyla vatanlarından sürülecek, İstanbul Rumları ve bir avuç Ermeni alacaklarına karşılık bir bardak su içecektir.

Varlık Vergisi gibi, Milli Vergi de “sermayenin Türkleştirilmesi” hedefinde bir “zafer” adımı ile neticelenir.

İşte Cemil Bey’in sözü geçen önergesi sözü edilen “Milli Vergi” merkezi komisyonu üyeleri hakkındadır ve şöyledir.

Efendim! Harb Kazançları Vergisi Merkez Temyiz Komisyonu üyeleri her ay için üçer aylık toplantı ücreti almışlar. Bu itibarla bu komisyonun başkan ve üyeleri üç ay için yedi yüz şu kadar lira almış oluyorlar. Bendeniz bunu Yüce Kurulunuza ileterek bunların geri alınmasını talep ediyorum.

Cemil [Altay] Bey “Harp Kazançları Komisyonu”u üyelerinin yolsuzluğunu sorguladığına göre, bu komisyonun mallarına el koyduğu Ermeni ve Rumların haklarını da savunmuş biri olabilir mi?

Şu sözleri, Cemil Bey’in yeri geldikçe Meclis’te dile getirdiği görüşlerine örnektir:

Millet-i İslâmiye’nin vatanın muhâfaza-i istiklâl (bağımsızlığının korunması) ve mevcudiyeti uğrunda hayât ve servetini feda ederken teba’a-i Osmâniye’den bulunan milel-i Hıristiyâniye’nin (Hıristiyan milletlerin) müdâfa’a-i vatan kaydından âzâde bir hâlde teksîr-i nüfûs ve tezyîd-i nüfuza (nüfuslarını çoğaltma ve etkilerini arttırma) çalışmaları vatandaşlık şeref ve haysiyetiyle kâbil-i te’lîf (uyuşmayacağından) olamayacağından bi’t-tabf i (doğal olarak) bu gibi umûr-ı nâfi’a (bayındırlık işlerine) ve hidemât-ı vataniyeye (vatan hizmetine) şitâb etmekten (koşulmaktan) bir veçhile geri durmayacakları cihetle teklîf-i mezkûr (sözü geçen öneri) hakîkaten becâ (yerinde) ve şâyân-ı kabul (kabul edilebilir) görülmekte…dir.(Sait Çetinoğlu, Etnik Temizlik ve Ekonominin Türkleşmesi, Birikim, 12 Temmuz 2012)

Yani üç-beş komisyon üyesinin yaptığı bir “haksızlık”ı kabullenemeyen Cemil Bey, Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarını taş ocaklarına, yol inşaatlarına sürmeyi “hak” gören bir “hakkaniyet”anlayışına sahiptir.

Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşı 18-45 yaş arası erkekler uzaklarda taş kırarken, memleketin “esas sahipleri” Büyük Taarruza başlamış, “İlk hedefiniz Akdeniz” (O zamanlar Ege Denizi de Bahri Sefid yani Akdeniz olarak adlandırılırdı-tu) emrine uyan kurtarıcı ordular  İzmir’e doğru dört nala yola koyulmuşlardır.

Talât Ulusoy- 28.09.2017

 

“Küçük” NUTUK / talât ulusoy

 

 

 

 

M.Kemal’in 1927’de altı gün boyunca okuduğu “Büyük” Nutuk bir tarih mühendisliği harikasıdır. 36 saat 31 dakika içinde okunur ve 19 Mayıs 1919’dan başlatılarak, “Türk Kurtuluş Savaşı” ve Cumhuriyet kuruluşu ve inkılâplar süreci anlatılır.

Siyasî ve millî tarihimizin birinci elden, çok değerli bir kaynak eseridir. ATATÜRK tarafından kaleme alınan bu eser, yine ATATÜRK tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da toplanan İkinci Kurultayı’nda…”okunmuştur. (www.ata.tsk.tr/01hayati/nutuk.html)

Nutuk sever bir kaynağın böyle tanıttığı Büyük” Nutuk”, hiç dile getirilmez ama başlangıç tarihinden doğan büyük bir eksiklikle malûldür. Başlangıç olarak 24 Nisan 1915’in alınması; 19 Mayıs 1919’u, 23 Nisan 1920’yi ve 29 Ekim 1923 doğuran ihtiyacı daha hakikate yakın olarak ortaya sergileyebilirdi.

“Büyük” Nutuk, Meclis’te, Parti’de (Cumhuriyet Halk Fırkası) ve toplumun her kesiminde bütün muhalifler susturulduktan sonra yazılan ve okunan bir tarih olduğu için de eksiklidir. Muhalefetsiz, dolayısıyla denetimsiz bütün tarih yazımları ve “milli tarih” inşaları  “maili inhidam” yani yıkılmaya meyillidir. Mühendisliğin elifbasında yazan budur.

Size parça parça sunulacak olan “Küçük” Nutuk ise bir tarih yazımı değildir. Hafızalardan silinmiş geçmişi hafızalara geri çağırma çabasıdır. Geçmişi sorgulamak, geçmişle yüzleşmek çürük yapıları tanımayı sağlamanın önünü açacağı için, asla tarihçilere terk edilemeyecek bir iştir.

“Küçük” Nutuk 26 Ağustos “Büyük Taarruz” ile başlar. 8 Ekim 1922’ye, İzmir’in çoğunluğunu oluşturan Hıristiyan nüfusun tasfiyesine kadar olan altı haftalık dönemi kapsar ve ana konusu, bu süre içinde “kurucu ve kurtarıcı meclis”te neler olduğu, neler konuşulduğu veya nelerin hiç konuşulmadığı üzerinedir.

Meclis tutanakları, bugün tüm oturumlarıyla internettedir.  (http://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/tutanak) Ancak, gizli olmayan oturumların tüm tutanakları (eski harfler/Osmanlıca) olarak yayınlandığı halde, gizli oturumların Osmanlıca orijinalleri yoktur! Bu eksiklik her tür kuşkuya hak verdirecek önemdedir. Osmanlıca tutanakların Latin harflerine doğru ve eksiksiz aktarıldığı ne malûm?

Denetimsiz, demokrasisiz Cumhuriyet yapıları, temeli çürük binalara benzer. Hele çürük bir binanın sağlamlığına resmi eğitimle şu ya da bu ölçüde ikna edilmiş Cumhuriyetperver kuşaklar İttihatçı darbeleri Meşrutiyet, askeri darbeleri hürriyet, “seçilmişler” diktasını demokrasi kabul eder. Geçmişle yüzleşmek, bu kabullerden kurtulma, geçmişin hakikatlerini hafızaya çağırma  çabalarıyla mümkündür. “Küçük” Nutuk, zihinlerde bu çabaları teşvik edecek sorular doğurabildiği ölçüde bir yüzleşme çabası olarak görülebilir.

“Küçük” Nutuk’ta “TBMM Zabıtları”ndan yapılan bütün alıntılar günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmiştir. Asıllarına ulaşmak isteyenler yukarıdaki adreste bulabilirler.

Kurucu Meclis Ne Kuruyor?

26 Ağustos 2017, “Büyük Tarruz”un başladığı Cumartesi günü Meclis’in birinci oturum gündeminde görüşülen önemli bir konu yoktur. Ancak ikinci oturum gizli yapılır ve ilk olarak Erkânı Harbiyeyi Umumiye Reisi (Genel Kurmay Başkanı) Fevzi Paşa’nın telgrafı okunur. Son paragrafın bir cümlesi şöyledir:

“… Ordumuzun yüce Allah’ın izniyle Allah’ın yardımlarına dayanarak taarruz ettiğini arz ettim. Bizim taarruzumuzun son derece gizli tutulması kesinlikle askeri gerekliliktir…”

İzmir Mebusu Süleyman Efendi tarafından ayakta dua okunduktan sonra gizli görüşülecek esas gündem maddesine geçilir, görüşülen konu Pontüs meselesi hakkında bir kanun tasarısıdır! Tasarı Encümeni’nin gerekçe tutanağı okunur. İlk maddede Canik, Amasya ve Tokat sancaklarında geçici bir kumandanlık kurulması önerilir.

Anlaşılan o ki “zafer” kazanıldığı sırada Amasya ve Tokat’ta da Hıristiyan “eşkıya” ile savaş vardır. Ama zihne takılan soru şudur: Batı Cephesi’ndeki savaşın, başta başkumandan olmak üzere pek çok kahramanları bilinir de, Mecli’i böylesi önemli bir günde gizli gizli meşgul eden Karadeniz havalisindeki “kurtuluş savaşı”nın kahramanları niye pek görünmez?

Pontüs Tasarısı’nın 4. maddesi şöyledir:

Takip kıtalarının ve eşkıyalık bölgesindeki silahlı kuvvetlere devletin faydalı faaliyetlerinin temin ve devamı, bilgi toplama ve değerlendirmede başarı ve güzel gayret ve fedakârlığı geçmiş adamların nakden de ödüllendirilmesi yüce amacının sürat ve hassasiyetle usulünü temin edeceği için son derece önemli. Bunlar ise para hususunda katiyen sıkıntıya yer vermemekle kabil olacağından kumandanlık bütçesinin hızla sağlanması ve sonuçlandırılmasıyla beraber her türlü fırsat ve imkândan hemen istifade için kumandanlık emrine peşinen avans olarak münasip bir miktar para gönderilmesi ile ve meselâ Samsun Rüsumat ve Reji idarelerine havale verilmesiyle kabil olduğu.”

Tasarı’nın 5. maddesi ise şöyledir:

Takip Kuvvetleri Kumandanlığı eşkıyalığı  durdurmak ve sürmek ve istikrarı sağlamak için şüpheli kişileri ayrı ayrı veyahut toplu olarak bölgesi dışına kovma ve mazlum ahalıyi ve saldırıya maruz köyleri eşkiyaya karşı koruma ve kollama (için) lüzum gördüğü silahlı tedbirleri almaya yetkilidir.”

Tasarı üstüne ilk sözü Lâzistan mebusu Ziya Hurşit alır. Onu tanımayan, tanımasa da ismini duymayan  yok gibidir: İttihat Terakki’nin, Teşkilâtı Mahsusa’nın ünlü silahşörü ve suikastçısı olarak şöhret sahibidir…

Ziya Hurşit’in Meclis konuşmasına geçmeden, 20 Eylül 2013 tarihli Sözcü gazetesinden şu haberi de aktarayım:

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Rize’yi ziyareti sırasında kaldığı ve daha sonra müze haline getirilen eve, TBMM’nin 1. Dönem Rize milletvekillerinin resimleri asıldı…” girişinin altında “MHP Rize İl Başkanı Cem Kazmaz, Rize’deki Atatürk Evi’nin başköşesinde  Atatürk’e suikast girişiminde bulunan Ziya Hurşit‘in fotoğrafının da yer aldığını…”  bildirir ve “Rize Hemşin doğumlu olan Ziya Hurşit, TBMM’nin I. döneminde ‘’Lazistan milletvekili” olarak yer aldı. Bir dönem Yozgat İstiklâl Mahkemesi üyeliği görevinde de bulundu. 1926’da Atatürk’e İzmir’de yapılması planlanan suikasti örgütleyenler arasında yer aldı…” bilgisi verildikten sonra Sözcü sorar: “Bu fotoğrafın burada ne işi var?”

Milliyetçisi de, ulusalcısı da İzmir Suikasti sanığı olarak yargılanıp (?) idam edilen kahramanlarından aynı şiddette nefret eder! Gariptir ama, hepsi de Ziya Hurşit’in Meclis’teki şu sözlerinin altına tereddütsüz imza atar:

“… Nihayet geçen sene bu Pontüs (tutanaklardaki Pontüs ismini aynen koruyorum-tu) ocağını tamamen söndürmek için işe başlanıldı. Fakat bu Pontüs köylerinin yanmasına ve Pontüscülerin dağa çıkmasına rağmen yine bendeniz diyorum ki; Pontüs ocağını Hükümet  söndürememiştir. Bilakis başka bir yara açmıştır… Çünkü Amasya, Tokat mebusları bilirler ki Samsun ve havalisinde tehcir edilen Rumlar ve Rum aile yalnız Tokat ile Amasya arasında saldırıya uğramışlardır. O zaman onların orada mallan, canları vardı. Belki kadınları falan vardı… Bunlar 30 bin hanedir. Bunlar Divrik’te, Arapkir’de, Keban Maden’de vesairede birleşmişlerdir. Para kazanıyorlar, ticaret ediyorlar. Samsun’da ailelerine gönderiyorlar… “

Osmanlı’da burjuvazi, doğal olarak İslâm millet/ Milleti Hakime (asilzadeler diyelim) içinden değil, şehirli gayrımüslimler içinden doğmuştur ve ticaretle ve sanayi ile zenginleşmeye başlayanlar onlardır. Müslümanlar dışında zenginlerin ortaya çıkmaya başlaması egemen sınıf ekabirleri ve onların kapıkullarında şiddetli bir nefret doğurmuştur. Ziya Hurşit “Para kazanıyorlar, ticaret ediyorlar” derken bu nefreti açığa vurur.

Hükümet asıl Pontüs ocağını söndürmeyi başaramamıştır Hatası vardır ve işte bu giden inceleme heyetine bu ış havale edilebilir… Oraya gidecek heyet Hükümete sormadan her şeyi yapacak,  çünkü elinde kanun vardır… Hükümetin bunlardan haberi olmayacaktır… Çünkü buradan gidecek olan: Bakanlar Kurulu’ndan değil doğrudan doğruya Meclis tarafından gizli oyla seçilecek ve bir… başbakan kadar yetkiye sahip bir adam gidecektir. Bundan dolayı bu meseleye olağanüstü dikkat etmeliyiz. Çünkü olanlardan sonra şimdiye kadar devletlerden bir inceleme heyetı gelmemiştir, fakat bir gün olup gelecektir. Bu heyet gelirse Hükümet ne suretle hazırlanmıştır?..”

“İçişlerimize müdahale ettirmeme” hassasiyetinin kaynağı demek ki ta “kurucu meclis”e kadar gidiyor. Ziya Hurşit ibretlik sözlerine devam ediyor:

Aynı zamanda  tehcir yapılırken, Hükümet bir çok masraflar yapmıştır. Sonra bölük bölük asker bulunduğu halde köyler yakılmıştır ve Maliye Vekili Beyefendi de 3-19 bin lira sarf harcandığını söylüyor. Yani kıymetli bir para harcanmıştır, evler yakılmış ve bir çok şeyler olmuş bu harcama niçin yapılmıştı. Ancak Pontüs ocağını söndürmek içindi…”

Meclistekiler, “gizli” oturumdaki bu konuşmayı “malûmu ilâm” (bilinenin anlatılması) sessizliği içinde dinler. İtiraz eden yoktur!

Hani “galip geldiğimiz savaşta mağlup sayılmış” ve “emperyalist devletler” gelip vatanımızı “işgal” etmişlerdi ya! İşte o “işgal”den sonra, 1918’den sonra olanlara geçiyor “millet”in vekili:

Bir müddet sonra gelmişlerdir ve tekrar yerleşmişlerdir. Şimdi tehcir ettiğimiz adamlar ne oldu? Şimdi gitti, Malatya’ya şuraya., buraya.. Bundan dolayı tehcir gayet acele ve hiç bir tecrübe görmeden, tecrübesiz olarak adeta görmemişcesine yapılmıştır… Çünkü efendiler, yalnız Samsun’da bu yoktur, Giresun’da da vardı. Orada tehcir yapıldı. Acaba onlar dağa neden çıkmadı?

Giresun’da Topal Osman vardı değil mi ve “tecrübeli” olarak neler yapmıştı? Onun “kahramanlık”ları saymakla tükenmez. Başkumandanın, Reisicumhur’un, Ulu Önder’in muhafız alayı kumandanlığına kadar yükselmemiş miydi?

İşte bunu İnceleme Heyeti araştırıp meydana çıkarmalıdır. O zaman eşkıyalığın ve yanan köylerin sır ve hikmeti çıkar. Orada dağa çıkamadılar. Hepsi orada defolup gitmişlerdir. Orada hiçbir Müslümanın burnu kanamadı. Samsun mıntıkasında aynı olmamıştır. Olmamasının sebebi; (meselâ sesleri) baştan kumanda edilmemesi gibi… Tabiî Hükümet o zaman Hükümet olarak vazifesini idare etmemiştir. Çete. olsaydı daha iyi idare edebilirdi. Beş altı elden iş yapılırsa işler böyle olur. Mesele meydandadır.”

Evet, mesele meydandadır: Tarihçilerin “Büyük Taarruz” olarak adlandırdıkları, siyasi ve askeri ağızların “zafer” olarak nitelediği ve Genel Kurmay Başkanı’nın “aramızda kalsın” dediği olayın geçtiği gün “Kurucu Meclis”in hali! Diğer konuşmalarda Ziya Hurşit’in söylediklerine karşı çıkan bir cümle yok.

TBMM tutanaklarının açık-gizli bütün oturumları günümüz Türkçe’sine çevrilip yayınlansa, “İstiklâl Harbi” ya da “Kurtuluş Savaşı” gölgesinde iktidar sürenler bu kadar desteksiz atamaz.

Not: 27 Ağustos 1922 Pazar günü toplantı yok. “Kurucu Meclis”in 28 Ağustos toplantı gündeminde acaba neler var ve neler konuşulmuş, deva edecek…

27.08.2017