ERMENİLERLE UYUŞMAK SÖYLENTİLERİ

Güncelleme 8

Seçimler öncesinde ilginç bir haber!

Son günlerde Türklerle Ermeniler arasında doğrudan doğruya anlaşma yapılması için bazı girişimler olduğu hakkında bir takım söylentiler yayıldı. Bu söylentilerin ortaya çıkışına “Derçinlor” namındaki Ermeni gazetesinin yayınları sebep oldu. Bu gazetenin iddiasına göre Ermeni Patrikhanesi’ndeki milli meclis, hükümette Ermenilerle bir karar noktası oluşması için eğilim bulunduğu olasılığını göz önüne alarak bu konuda görüşmeler yapılması ve Ermeni meselesinin aldığı şimdiki şekli uzun uzadıya inceledikten sonra sonunda hükümeti Osmaniye tarafından gösterilen bu eğilimden yararlanarak…” görüşmeler yapılması yolunda bir karar alındığı bildiriliyor bu haberde ve devamında:

Diğer taraftan yine Ermeniler tarafından Fransızca yayınlanan ve Ermeni Patrikhanesi’nin yabancılar gözünde resmi görüşlerini yayınlayan “Rönesans” gazetesi “Derçinlor”un bu yayınını kesin olarak tekzip…” ettiğini yazıyor. İlginç değil mi?

Ama bu haberin duyulması üzerine kaleme alınan şu satırlar hiç de ilginç değil. Çok iyi bildiğimiz “İttihatçı” cümle kalıplarından oluşturulmuş bir “kes-yapıştır”! “Ermenilerle Uyuşmak Söylentileri” başlıklı bu yazıyı okumakta yine de sayısız fayda var:

Ermenilerle uyuşmak için hakikaten bir girişim olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat Ermeni gazetelerinin yayınından, Rönesans’ın tekziplerine rağmen her halde ortada bir şeyler döndü ki yeni girişimler olunca, yeni eğilimler belirmekte olduğu anlaşılıyor… Bizim düşüncemize göre Ermenilerin Türklerle uyuşmalarını kesin olarak engelleyecek nedenler yoktur…”

Laf nereden geldi, nereye çıkacak diye meraklanıyor insan:

Ermeni komitacılarının taşkınlıkları olmasaydı, Ermeni milleti yüz yıllardan beri beraber yaşadıkları ve bu kadar ekmek ve nimete sahip olma şerefine erişmiş oldukları Türklere karşı bu derecede saldırgan bir tavır göstermezlerdi.”

Bildiğimiz “özcü” övüngenliğe çıktı: “Biz” Türkler, yıktığımız on beş devlet döneminde de ve  özellikle son yıkıp devirdiğimiz Osmanlı döneminde de hep adaletli ve “öteki”leri koruyucu olageldik. Yıkıldıysak, “adalet”imizdendir!!!

Yine şu ortamda emindirler ki bu devletin en zayıf ve kuvvetli zamanlarından bu günlere kadar varlıklarını korumuş olmaları ve bugünkü aşırılık yanlısı davalarını (soykırım iddiası kastediliyor olabilir) ileri sürecek kadar bir cemaat sahibi bulunmaları hep Türklerin kendilerini koruyup kollamaları konusunda gösterdikleri iyilikseverlik ve sözünde durmasının sonucudur. Ve Ermenilerin bundan sonra da Türklerle uyuşmaları, iyi geçinmeleri yaşamsal çıkarlarınadır…

Son cümle, iyiliksever “ağabey” tavırlarıyla pek uyuşmayan bir “tehdit” , Ergenekoncu “ağır abi” ağzı kokuyor: Ayağını denk al, yoksa hayatın kayar!

Türklerle Ermeniler beraber bulunacaklar ve beraber yaşayacaklardır. Türk için atalarından miras olan yerleri bırakıp ayrılmak kesinlikle olamaz. Diğer taraftan Ermeniler de … yerleştikleri yerlerden kolay kolay bağlarını koparamazlar. Ermeniler esasen tüccar bir millet oldukları ve ticari çıkarı başka her türlü çıkarın üstünde tuttukları için kendilerine en çok çıkarı sağlayan Türk çevresinden ayrılmaya asla razı olamazlar…

Türk akıncı, cengaver, “öteki” tüccar! İslâm milletinden olmayanın elini silaha sürmesine izin verilmiş olsa bu “Tarkancı” geyik yere basacak…

Biz Müslümanların esasen Ermenilere karşı bir iddiamız yoktur. Savaş yıllarına ait olaylardan dolayı Ermenilerin hep birlikte bütün Türk milletini suçlamalarına kesinlikle tahammülümüz kalmamıştır…

Allah Allah! Savaş sırasında bir “olay” olmuş, olmuş da ne olmuş?!

Esasen savaş senelerindeki olaylarda en çok mağdur olanlar kimlerdir, Ermeniler hakikaten dedikleri kadar zulümlere maruz kalmışlar mıdır, yoksa bu meselede de esas itibarıyla en çok zulüm gören yine Türkler midir, buraları henüz kanıtlanmamıştır…Yalnız muhakkak olan bir şey vardır ki o da … Türklerin zarar gördükleri, Türklerin uğursuz acılara uğradıklarıdır. Bugün yitirdiklerimiz o derece müthiştir ki, … Ermenilerin kalkıp da bizden ayrıca istekte bulunmalarını aklımız bir türlü anlamıyor…

Galiba Papa’nın son açıklaması üzerine kaleme alınmış bir yazı bu. Ermenilere 1915’te yaşatılan “olay”ı  “Yirminci Yüzyılın İlk Soykırımı” olarak tanımlamasına yanıt olarak yazılmış.

Bununla beraber Ermeniler bizimle iyi geçinmek isterler, iyi geçinmek kendileri için biricik kurtuluş yolu olduğunu anlarlar ve şimdiye kadar takip ettikleri sözle sataşma ve saldırma siyasetinden uzaklaşırlarsa kendileriyle uyuşmayı doğal olarak arzu ederiz…

Şunun şurası bir avuç kalmış Ermeni yurttaşlara bir “rehin” muamelesi var burada. Yine de bir “uyuşma” isteği olduğu çok açık, ancak:

Fakat yeter ki karşımızdakiler de son gerçek durumlarını hakkıyla bilsinler. Bizi kendilerine (de) hiçbir yarar sağlamayacak biçimde söz etmek ve sıkıntı vermekten kaçınsınlar ve içtenlikle bizlerle uyuşmak arzusunu göstersinler. İşte bizim düşüncemizce bazı Ermeni gazeteleri tarafından ortaya atılan Türk-Ermeni meselesi ancak bu biçimde çözülebilir ve öyle sanıyoruz ki Ermenilerin akıllı ve anlayışlı olanları bu hakikatleri er geç anlayacaklar ve sonunda yabancılardan destek görmektense yine bizimle uyuşmanın kendileri için en emin bir kurtuluş çaresi olduğunu takdir edeceklerdir.”

Papa “hariçten gazel” okumasa, şu günlerde “soykırım” konusunu parlamentolarında gündeme almaya başlayan “yabancılar” araya girmese bu sorunun bir “uyuşma” ile çözülebileceği ne güzel ifade edilmiş! Hayırlara vesile olur inşallah!

Maalesef hayırlara vesile olmadı. “Ama onlar da bize yaptı” ilkelliğinden başka kendine dayanak bulamayan “Ermeni Soykırımı” inkârı bir İttihatçı devlet politikası olarak yüz yıldır sürdü geldi. Aynı basmakalıp yazılar da sürüyor. Açın bakın İslâmcı ve ulusalcı köşe yazarlarına, dinleri ayrı gibi görünse de dilleri tektir: İttihatçılık.

Tasviri Efkâr’daki “Ermenilerle Uyuşmak Söylentileri”  başlıklı yazının yayım tarihi 16Mart1920.  Yazar bir İttihatçı kalem, Ebüzziyazade Velid. Ancak Cumhuriyet’ten sonra “muhalif” olur, Hilâfet’in kaldırılmasına karşıdır çünkü.

Cumhuriyet bir “İttihatçı Tahtırevalli”dir.; daha “laikçi” ile daha “İslamcı”nın paylaştığı tahtırevalli. Biri iner, biri biner…

“İttihatçı İkili”nin oyunu sürüp gitsin diye her kötülüğü “hak” gören bir zihniyet egemendir İttihatçı devlette. Osmanlı’da oyun çoktur derler, öyledir. Ama İttihatçı Cumhuriyet’te daha çoktur. Seçim yolunda tezgahlayacakları “kaza”larla  büyük acılar yaşatmazlar inşallah.

Talât Ulusoy

14.04.2015 TARAF

 

BUNLAR ONLAR DEĞİL Mİ?

Güncelleme-7

Bir “garabet” diyarıdır bu memleket. Osmanlı’ya muhabbetle bağlılık sergileyenler, “çok partili” Osmanlı düzenine son veren “tek partili” İttihat’ın önünde secde ederler! Enver’e, sebep olduğu felâketlere methiyeler düzerler; Çanakkale, Sarıkamış, Kut’ül Ammare “zafer”leriyle öğünürler. Oysa:

Çalışma arkadaşlarını bile haberdar etmemek suretiyle saldırgan savaşı çıkaranların yasa dışı hareketinden ve savaş sırasında uyguladığı kötü siyasetten saltanat ve milletin kurtulmuş olduğu şüphesizdir.”

Bu sözler Padişah’ın meclis açış konuşmasından alınma. Başyazar Refii Cevat 16 (29) Ocak tarihli Alemdar gazetesindeki yazısına bu sözleri alıntılayarak başlıyor. Ve padişahı kastederek, “Keşke konuşmayı şöyle sürdürseydi” deyip devam ediyor:

Bundan ötürü devlete şimdiye kadar Osmanlı tarihinin kaydettiği böyle bir tehlikeli uçurumdan dolayı kötülük edenler, cinayet yüzünden milletin yüce ve (okunamadı) ahlâk ve karakterini bütün dünyaya karşı lekelenmiş olarak gösterenler hakkında yasal incelemenin yapılmasıyla suçlulukları belirlenenlerin cezalandırılması da adaletin ve siyasetin icabı olmak üzere çok gereklidir.” Deseydi diye hayıflanıyor.

Yazar “keşke”li hayıflanmasından sonra başyazıya devam ediyor:

Açış söylevinde konunun sunulduğu yönüyle madem ki “milletin uğradığı” bir takım “acı ve dertler” mevcuttur; madem ki; “savaş sırasında kötü uygulanan siyaseti” görüyoruz, biliyoruz, söylüyoruz; madem ki “savaşa ülke ve millet yararına aykırı olarak katılanlar” da vardır diyoruz, o halde bunlar kimlerdir? Ne oldular? Şu “yasadışı hareket”lerinden ve “kötü yürütülen siyasetten” dolayı ne ceza gördüler, nasıl bir akıbete uğradılar? Elbette doğruluğu kabul olunan ve açıkça söylenen cinayetin failleri (Ermeni Soykırımı-tu) hakkında hükümetin bir görüşü, milletin bir bildiği, bir düşündüğü olacak. Devlet ve millet aleyhine ayrımsız tertip ve bilerek işlenen bu cinayet sorumlularının ayrımsız, zamana yaymadan, tereddütsüz cezalandırılmış olmaları gerekmez mi? Uğradığı bu kadar tehlike, kötülük ve felaketlerden sonra milletin meclise gönderdiği vekilleri bu hususta –sudan olmamak şartıyla- hesap sormak, hak aramak, adaleti talep etmek vazifesiyle yükümlü değil midirler?.. Açılış konuşmasında sözü edilen “hukuk ve devletin yararının …”, “çağın gereklerine uygun olarak memleketin muhtaç olduğu refah ve emniyeti sağlamak” ve “Osmanlı milletinin şeref ve haysiyetini temin” için evvela geçmişteki cinayetlerin … içyüzünü iyice anlamak ve gelecek için büyük bir ders oluştursun diye bunların faaliyetlerini cezalandırmak gerekmez mi?

Cumhuriyet ilânından önce açıkça talep edilen bu gerekli “ceza”, doksan yıldır adaletin gündemine gelmez. Niye? Çünkü bu Cumhuriyet tepeden tırnağa İttihatçıdır.

Bizim özel kanımıza göre savaş ve cinayet sorumluları –ne kadar ihmale uğrasa (da)- yine bir gün hareketlerinin hesabını bir tarafa vermeye mecbur olacaklardır ve emin olmalıyız ki bu gelecek mahşere kalmayacaktır. Kesinlikle bilmeliyiz ki bu işler bu minval üzere yürümeyecek bu dolaplar böylece dönmekte devam edemeyecek, bu oyunlar artık bu diyarda sökmeyecektir. İttihat’ın çanına ot tıkamak zamanı barış ile beraber gelmiş olacaktır. Yarının yönetim biçimi, yahut hükümeti kolunu dağlara kadar eriştirip yeraltlarına kadar ulaştıracak, bu yaratıkları ister dağların doruğunda barınmış, ister kovuklarda sinmiş bulunsun, Osmanlı sınırları içinde kaldıkça tutup tutup mahkemelere sevk edecektir.”

Nur içinde yat e mi Refii Cevat Ulunay! Bu “garip” memlekette dolaplar durmaksızın döner, “kumpas”lar ansızın keşfedilir ve İttihat için gerekliyse mahkemeler toplu “beraat” mercii oluverir.

Ve saldırgan bir savaşı ihdas edenler, yasadışı hareketlerinden ve güttükleri siyasetten dolayı saltanat ve milleti bugün “biz temiziz!” dedirtmeye mecbur edenler ve onların elleri, elebaşları ve aletleri kimlerdir? Bunlar, onlar değil mi?

Kimdir o millet kurtarıcısı,  ki hep uyguladığı gibi, arkadaşlarına (yaptığı) gibi ihtilal ve isyan silahıyla kanunları parçalamış, iradeleri yırtmış zor gücüyle meydana çıkmış, mağrur ve mütehakkim: “Türkü kurtaracağım!” diye haykırıyor. Şu “Ülke ve millet yararına aykırı olarak girilen” savaşlarda bugün kurtulacağını iddia ettiği kuşakların yarısını keşke o zaman Enver’in emri altında Almanlar emrinde sorumsuzca ve hesapsızca harcayıp tüketmeseydi! Kimdir şu konuşmacı ki kürsüden halka: “Sizi biz kurtaracağız!” diye bağırıyor, dün “Almanlar, Talât’lar kurtaracak diyen de oydu; kimdi şu gazeteci ki halka “Fazilet bizde, hamiyet bizde, hak bizdedir!” diye yazıyor; o adam ki daha dün savaş zamanının her kanlı kötü işlerinde parmağı vardı; kimdi şu mebus ki “Alnım açık, mazim temiz, vicdanım saf!” iddiasında; halbuki tehcir peşinde o, taktil ardında o koşar, mazlum kafilelerine o kösemenlik ederdi, kimdi şu ricali devlet ki kandan nefret eden, adalet yanlısı, fazilet seven; bu değil miydi ki masumların idamını imzalardı, kimdir bu güzel ahlâklı gençler, kimdir bu karakteri ışık saçanlar, kimdir bu müstesna vatan evlatları?

Şimdi bir parantez açalım: Yazar “taktil” diyor. Yıllardır İttihatçılar bu kelimeyi “vuruşma, muharebe” diye çevirir. “Türkçeleştirilmiş” dilimizde artık “vurgu, kesme” gibi işaretlerin yeri olmadığı için pek “kıtal” kelimesinden türeyen “taktil” ile, “katl” kökünden türeyen “taktil” farklıdır. İkincisi, ki yazarın kullandığı budur, “çok öldürme, toplu öldürme” anlamınadır. Yani “kırım” yapmak, yani “soykırım!” Sağ ve sol cümle İttihatçılar, dikkat ediniz, birinci anlama “sadık”tırlar.

Onlar bizim bildiklerimiz değil mi? Milli tüccar olup kanımızı … emdiren … beyler, çeteler yapıp tebamızı satırdan geçiren sergüzeştler, ceplerindeki altınlarını namus ve ırza saldırmak için desteleyen uşaklar; damatlar asan, padişahlar süren şerefli devlet adamları, bunlar onlar değil mi? Harp çığırtkanları, harp kasapları, o 31 Mart sorumluları, o asi ve aldatma meraklıları, o mukaddesat düşmanları, bütün onlar, bunlar değil mi?

31 Mart 1909”, İttihatçıların ayaklanan “gerici”leri tepeleyip “hürriyet” getirdiği tarih değil mi? Selanik’ten İstanbul’a ordu intikâl ettirip “yönetime el koymak” suç mu idi ki yazar “13 Mart sorumluları” diyor?

Elimizde artık ne Roma imparatorları gibi saltanat sürecek Suriyeler, ne “Napolyon” ordusu gibi buz sahralarında kırılıp tükenecek fazla halk, milli borç diye … kaptıracak bol paramız, ne de kan dökücü kasaplara boğazlatacak gönüllü neslimiz var. Siz onları isteyen, onlar gibi yapmak isteyen, onların yavruları değil misiniz?” diye sesleniyor.

Size sesleniyor ey “sağcılık-solculuk” oynayan güncellenmiş İttihatçılar, sizler suçlarından ötürü kaçmış, yargılanmamış Enverlerin, Talâtların devamı değil misiniz?

Talât Ulusoy- 8 Nisan 2014

Güncelleme-4: KURTULUŞÇU KERAMET ve İHANET

 

Son zamanlarda sıkça kullanılan  “vatan haini” sıfatı, “ifade özgürlüğü” için bir “tehdit” değil mi?  “Şu lâfı etsem hain derler” kuşkusu lâfını yutturur kimi insana. Niye sürülür yine piyasaya bu “hain” ithamı?

Şemseddin Sami’nin “Kamus-u Türki”sinde (1901) “hain-i devlet” ve “hain-i memleket” tamlamaları vardır da; “vatana ihanet” ve “millete ihanet” yoktur! Çok milletli Osmanlı’nın Abdülhamit saltanatında bile “siyasi dil”de yok iken, vatan ve millet üstünden “hain” devşirmek nerede, nasıl ve neden dilde pelesenk olur?

 

Demokratik hayatın dilinde “hain” kelimesi olmamalı.

Belâlı İkizler

Hain”in dillerden düşmemesi ve “millete ihanet eden” anlamında kullanılır olması, Balkan Savaşı ertesi yoğunlaşır ve “Tek Millet” yani İslâm-Türk milleti anlayışına oturur. “Hain”, ikizi “kahraman” ile birlikte siyasette ve edebiyatta kıymete bindirilmiş bir “İttihatçı argo”sudur.

İkizler birbiriyle hiç geçinemez görünür, ama birbirlerine ölesiye muhtaçtırlar. Hain görece bir kavramdır. “Kahraman” olmadan “hain”i tanımlayamazsın. “Kahraman“ hep iktidarda, “hain” muhalefettedir. Siz hiç hem iktidarda olup, hem de “hain” olan birisini gördünüz mü? Kahraman ve kahramanlık “eril” bir kavramdır; oysa “hain” her cinsiyetten olsa da, “ihanet” asla “erkek” olmayan bir eylemdir, ihanet “kahpelik”tir!

Hain”in dillerden düşmemesi ve “millete ihanet eden” anlamında kullanılır olması, İttihat”ın Balkan Savaşı ertesi çokça dillendirmeye başladığı “Tek Millet” anlayışına paraleldir. İttihatçı argosunda diğer anasır (Hıristiyan Osmanlılar) ile birlikte yaşamayı savunanlar, İslâm milletine “ihanet” edenlerdir. Kavramın temeli böyle atıldıktan sonra gelsin her derde deva “hain” sıfatı:  Şiddet ile iktidar süren ve savaş felâketine neden olan İttihat ve Terakki’ciler, yani Enver, Talât ve bütün arkadaşları “kahraman”; ana muhalefet durumundaki Hürriyet ve İtilâf’çılar “hain”dir; “Alman taraftarı” olan İttihatçılar  “kahraman”, bu “ittifak”ı yanlış bulan muhalefet “hain”dir, mutlaka “İngiliz işbirlikçisi”dir;  Çok dilli, çok dinli vatandaşların “özerk yönetim”ler (ademi merkeziyet) istemesi “ihanet”; “tek vatan, tek bayrak, tek millet” demek “kahraman”lıktır; Osmanlı ülkesini savaşa sürükleyenler “kahraman”, “savaşa hayır” diyenler “hain”dir; Ermeni Taktili (topluca öldürme) suçlusu İttihatçılar “masum ve kahraman”, onların cezalandırmalarını isteyenler “hain”dir;  suçluları yargılayıp mahkûm eden mahkemeler “hain”, onları kaçırıp kurtararak “Cumhuriyet kurucusu” yapanlarla birlikte “kahraman”dır… Bu böyle uzar gider; Alemdar, Müsavat, Islahat gibi gazetelerde yazılan her şey “ihanet”; Tanin, Akşam, Yenigün’de yazan her şey “kurtuluşçu keramet” olur biter.

Cumhuriyet eğitimi “kahraman-hain” düalizmi ile kalıplanmış “insan” yetiştirir. İttihatçı Cumhuriyet Zaferi’nin yüzüncü yılına doğru “Sarıkamış” ve “Çanakkale” üzerinden “kahramanlık” hikâyelerinin, bu hikâyelerin geleneksel “Cumhuriyetçi” biçimlerinin “yeni”den sergilenmeye başladığı bu günler, aynı zamanda “yeni hain”lere ihtiyacın da şiddetlendiği günlerdir.

Tarihten Bir Yaprak

Aşağıdaki imzasız başyazı, Ermenilerin topluca sürülmesi ve öldürülmesine “hayır” diyen “hain” Alemdar gazetesinde 13 Şubat 1920 (31 Kanunusani 1336) tarihinde yayınlanmıştır. “Harp Mebusları Mücrimdir” başlıklı, sadece dili “güncelleme” gören yazı, eğer ki İttihatçı “kalıp”tan, “kahraman-hain” kapanından kurtularak okunabilirse, biliniz ki Cumhuriyet’in “eğitim prangası” aşınmaya başlamıştır:

“Önceki gün Meclisi Mebusan(Milletvekilleri Meclisi) üyeleri kendi aralarında bir özel oturumda toplanarak (padişahın) açış konuşmasına (nutku iftitahi) verilecek cevabın metni hakkında düşünce alış verişinde bulunmuşlar; enine boyuna tartışmalardan sonra bu metne savaş suçlularıyla, toplu cinayet ve insanları önlerine katarak zorla göç ettiren ve bunu yönetenlerin cezalandırılması istemini içeren bir paragraf ekleme kararı verilmiş. Bu konuşmalar sırasında genç bir milletvekili acılı savaş yılları içinde mecliste yer alan üyelerin de bu suçlular arasında anılması gerekeceğini işin içyüzünü pek güzel açıklayarak önermiş ve fakat değeri yazık ki kabul edilen metin ile adeta öz kardeş olan bu öneri bir kısım milletvekillerinin boş gürültüleriyle susturulmuş!.. Edirneli Faik Bey’in düşüncesine göre savaş (sırasındaki) milletvekilleri suçlu değilmiş!.. Alemdar’ın dünkü baskısında verdiği bu haberi okuyup da üzüntü ve kızgınlıkla hiddet isyan etmeyen hiçbir gerçek ve samimi Türk düşünemiyoruz.

Hayır, efendiler, iyice biliniz ve güçlü bir inanç şeklinde kafalarınızın içine yerleştiriniz ki dört savaş yılında çete hükümetinin her haydutluğunu avuçları patlarcasına alkışlayan o düzme milletvekilleri; tam mübarek, talihini terse çevirdikleri muhterem ve büyük milletimizin gözünde Enver’lerden, Talât’lardan, Cemal’lerden, Halil’lerden daha çok suçludurlar.

Bu millet belki yüce başına cehennem belâsı gibi musallat olmuş siyasilerin hareketlerini çılgınlıklarına verir, fakat hiçbir zaman o şımarık, o küstah, o kanlı çılgınlara gardiyanlık eden; sırf hasis ve sefil çıkarlarını sağlamak uğrunda o aklı başından gitmişlere dalkavukluk eyleyen maymunların bu ihanetlerini asla unutamaz. Eğer 330 senesinde (1914) Komite (İttihat Terakki Merkez Komitesi) tarafından seçilip atanan bu zenginler alayı insanlık, Türklük ve vicdan borçlarını idrak ederek bunu hakkıyla ve yüksek medeni cesaret ile yerine getirmiş bulunsalardı hiç şüphesiz ne o kanlı hükümet adım attığı yıkıcı yolda bu derece alabildiğine koşar, ne de vatan ve millet bugün içinde yuvarlandığı bu feci uçuruma düşerdi.

Bir kez şu anlaşılsın: Talat, Enver saltanatı içte ve dışarıya karşı o zorbalıklarda bulunmak için en çok neye dayanıyorlardı? Hiç şüphesiz kötülüklerine, parasına, tabancasına, fedaisine, örgütüne değil mi? Fakat bunların da temeli, ruhu neydi? Hükümetin, milletin sinesinden kopmuş olduğu iddiası değil mi? Talatlar, Enverler yalnız bize karşı değil bütün dünyaya karşı Türk milletinin ortak arzusu dahilinde hareket etmekte bulunduklarını iddia ediyorlar ve buna yegane ve fakat maalesef en kuvvetli bir delil olmak üzere meclisi mebusan (milletvekilleri meclisi) adını verdikleri daireyi mensubandan (memurlar bürosu) topladıkları güven alkışlarını gösteriyorlardı!

O hükümet, Almanya imparatorundan gördüğü iltifatlardan şımararak, devleti Cermaniye’nin (Almanya’nın) bol keseden bağışladığı altınlar karşısında gözleri kamaşarak tarihin bir eşini daha kaydetmediği büyük bir maceraya atılıyor. Dünyayı kan ve ateş denizine uçurmaya götürecek genel bir savaşa girmek için daha altı ay önce yeni ve bedbaht bir savaştan kurtulan, zayıf, parasız, yorgun ve çaresiz bir milleti silâh altına çağırıyor.

O bedbaht milletin vekilleri olduklarını iddia eden kimseler ise; kayıtsız ve koşulsuz bu delice kararı alkışlıyorlardı. İçlerinden bir kimse çıkıp da: “İnsanları niye güvenerek silâh altına alıyorsunuz, seferberlik yüzde yüz savaş demektir, bizim ise böyle yeni ve feci bir harbe daha girmeye mali gücümüz ve askeri durumumuz uygun mudur, gücümüz ve siyasi durumumuz böyle bir maceraya katlanabilecek bir düzeyde midir?” demedi. Çocukların bile güleceği, delilerin bile kızacağı bir güzel sözlerle o çılgınca kararı pohpohladı. Doğal olarak hükümet de sağdan soldan aldığı bu destekler ve coşturmalar arasında uğursuz gayesine doğru gözü kara yürüdü. Alman gemilerini durup dururken sırf Almanların çıkarları böyle gerektiriyor diyerek Rus donanması üzerine saldırdı ve bizi bir oldu bitti karşısında bırakarak bu belalı savaşa sürükledi. O saygın kişilerin salonunda yine alkıştan başka ufak bir eleştiri sesi ve itiraz bile yükselmedi. Savaş olanca kötülükleriyle sürüyor; hükümet önde gelenleri zavallı milleti aldatıp ve yerlerde süründürmek için her gün yeni bir dolap çeviriyor, senelerce baş başa verip yaşadığımız unsurları (Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarını) küme küme göçe zorluyor ve topluca öldürüyor, gül bahçeleri yıkıntılara, köyler mezarlıklara dönüyor; sınırlarda kurşun, süngü, bitler ve mikrop; içeride baskı ve zulüm, göçe zorlama koca bir milleti, koca bir soyu kürtaj gibi bitiriyor; millet açlıktan ot yiyor, ağaç kemiriyor, ahlaksızlık, yoksulluk iliklerini emiyor ve yüzde doksan çoğunluğunun koyuverdiği bu yürek sızlatan sahne karşısında yüzde beş veya on gibi bir azınlık durmaksızın karınlarını, gözlerini, kaslarını dolduruyor, sonucunda büyük bir millete ait muazzam ve eski bir sarayın enkazıyla üç beş maceracının yalancı ikbal konakları kuruluyor, şimdi kendilerini her suçun uzağında kalmış ve zemzem suyu kadar saf kabul eden o zamanki milletvekilleri de ya bahşedilmiş iki vagon, ya elli okka şeker, ya bir ayrıcalık, ya dört teneke yağ karşılığında bütün bu kötülüklere göz yumuyor, hayır yalnız göz yummuyor, belki bunları onaylıyor, alkışlıyorlardı.

Eğer böyle olmasaydı; o delirmiş hükümet kendi karşısında milleti denetleyici ve eleştirel bir durumda görseydi o rezaletler bu kadar uygun ortam bulur ve dehşet doğurabilir miydi? Bir taraftan milletvekillerinin bu utanç verici etliye sütlüye karışmaması ve yaltaklanmaları, diğer taraftan sırf çetenin parası ve emriyle çıkan gazetelerin üst perdeden kopardıkları yaygarayla beğeni ve alkış bu milleti felaketine sürükleyen nedenlerin en etkililerinden biridir.

Gerek o zamanki milletvekilleri, gerek gazeteciler şimdi biricik mazeret olarak kendilerini zarar gelmesinden kaçınmak zorunda kaldıkları için “Ne yapalım; zalim hükümetin baskı ve zorbalığı altındaydık, başka türlü ne yapabilirdik, çaresizlik durumunda yoldan çıkmak günah sayılmaz” diyorlar!

Hayır efendiler; bu bir mazeret değil belki mahkumiyetinizi daha da arttıracak bir delildir.  Mademki vicdan hürriyetine , yazma hürriyetine, söz söyleme hürriyetine sonuç olarak insanlığın ruhu,  varoluş ve yaşama nedeni olan bu kutsal haklara sahip değildiniz, kendinizin bir esir bir köle düzeyine düşürülmek istendiğini, düşüncenize aykırı olarak koca bir vatanın çöküşe yuvarlandığını görüyordunuz; nasıl olup da bu alçaklığı kabul ederek millete vekillik veya akıl hocalığı etmekte inat ve ısrar gösterdiniz.

Hiçbir şey yapmıyorduysanız; diğer vatanseverler gibi istifa edip çekilmek, kalemlerinizi kırıp susmak ve bu suretle manen olsun millete; sürüklendiği bu karanlık hakkında bir uyarı işareti vermek de ellerinizden gelemez miydi? Acaba bunu yapacak vatanseverliği gösterseniz ve hükümetin çılgınca uygulamalarına karşısında tek yumruk bir muhalefet bulundursanız sonuç  böyle mi olurdu? Hiç zor ve baskı altında milletvekilliği, gazetecilik olur mu? İnsan ya o baskıya karşı her tehlikeyi göze alarak isyan eder ya da korkuyorsa bir köşeye çekilip susardı. Bunların hiçbiri yapılmadı. Bundan da anlaşılır ki gerek o zamanın milletvekilleri, gerek gazeteleri bugün idama mahkum ettiğimiz ileri gelenlerinin (İttihat Terakki liderlerinin) hareketlerini bile bile, susa susa benimsemişlerdi!.. Bunun daha başka bir şıkkı yoktur.

Evet efendiler, millete dört felaket senesinde boşu boşuna vekillik eden savaş milletvekillerinin ve savaş gazetecilerinin her biri Talat kadar, Enver kadar ve onların arkadaşları kadar suçludurlar ve yine insanlık adaleti  ve Allah korkusu ile günahtan kaçınmak.duygusundan aldığı güçle hâlâ hiç yıkılmayan adaleti ümit ederiz ki bugünkü durumları ne olursa olsun, bunlar; kendilerine uygun ve kaçınılmaz olan sonuçtan kurtulamayacaklardır.  Yeni milletvekillerinin ve özellikle bunların içinde savaş alçaklığına dokunmamış olan kimselerin ellerini vicdanları üzerine koyarak ve hiçbir başka düşünceye kapılmayarak bu meseleyi enine boyuna düşündükten sonra vicdanlarının kendilerine yüklediği milli, vatani ve dini görevi yerine getirmede parıldayan bir medeni cesaret göstermeleri ne kadar yerinde temenni ve arzudur.”

Alemdar Ermenilerin topluca sürülmesi ve öldürülmesine “hayır” diyen bir “hain” gazete. “Hain”i “kahraman”ından güzeldir, bir başkadır benim memleketim!

Talât Ulusoy

(Bu yazının bir özeti 08.01.2015 tarihli TARAF gazetesinde yayınlanmıştır.)

Güncelleme 3: Tek Yumurta’dan Menemen

Atatürk tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (SCF) kurması emredilen Fethi Okyar da, partinin ikinci adamı Ahmet Ağaoğlu da “Malta sürgünü”dür. Yani “Ermeni Soykırımı”na katılmaktan Divanı Harp’te yargılanıp mahkûm olmuşlardır. İttihatçı Cumhuriyet, bu “mahkûm”ların itibar gördüğü düzenin esas adıdır.

İttihatçının muhalifi de İttihatçı olmalıdır, yoksa daha doğmadan ölüme mahkum edilir. İttihatçı Cumhuriyet “demokrasi”sinde ancak “tek yumurta” ikizlerine, üçüzlerine,.. bir yere kadar hayat hakkı tanınır. Bu nedenle, CHF’nin (Cumhuriyet Halk Fırkası) “tek yumurta ikizi” SCF, beş aylık kısa ömrünün ardından ikizinin emriyle hayatına son verir.

“Menemen Olayı”ndan bir hafta sonra Meclis’te konuşan başbakan İnönü’nün ardından (bkz. Güncelleme-2), bir söz de Ağaoğlu alır. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın “tek yumurta” ikizi Serbest (Liberal) Cumhuriyet Fırkası’nın yani “ana” muhalefetin ikinci adamı kim bilir İnönü’ye neler söyler?

Ağaoğlu’ndan Uygar Eleştiri!

Değerli arkadaşlar, asıl konuya geçmeden önce İsmet Paşa Hazretleri’nin burada yaptığı açıklamadan dolayı duygularımı belirtmeme izin veriniz. Ben bu açıklamayı büyük bir aşkla ve derin bir saygıyla dinledim, önünde derin bir aşkla eğilir ve saygımı belirtirim…” (TBMM Tutanaklar, 1 Ocak 1931 on yedinci birleşim) Nerde günümüzün İslâmcı veya laikçi Enver, Talat ve İttihat severleri arasında bu saygı!

Paşa Hazretleri’nin buyurduklarını bendeniz iki kelime ile özetledim. Paşa Hazretleri’nin dedikleri şudur: Vatandaşların özgürlükleri sağlanacak, azgınlar, bunu bilmeyeııler ezilecektir… Bunu; derin ve büyük bir saygı ve bağlılıkla kaydeder ve önünde saygıyla eğilirim…” (koyulaştırmalar bana ait) İttihatçılar sadece birbirlerine saygılı değil, aynı zamanda birbirlerine bağlıdırlar. Nerede şimdi o eski İttihatçı bağlılığı?!

Bu gün kamuoyunun herkesin az çok aşırılığa doğru yürüdüğü bir zamanda vatandaşların özgürlüklerine uyulacak, vatandaşların özgürlüğü korunacak, yalnız azgınların başı ezilecek, yolundaki söz ülke sorumluluğunu ve cumhuriyetin savunmasını eline alıp savunan bir usta devlet adamına lâyık bir sözdür. Ayni zamanda basına karşı, itiraf ederim, basının bütün taşkınlıklarına rağmen fazla bir önlem, olağandışı bir önlem alınamayacağını açıklamaları…” Her sanatın ustası olur ama, itikadım odur ki, siyaset sanat değildir ve siyasetin ustası olmaz! “Olur” veya “oldum” deniliyorsa aldanmayın, dikkat edin, olan bir başka şeydir.

Şerbetli Türk
Efendiler bilirsiniz ki Başvekil Paşa Hazretleri’nin buyurdukları gibi; yüz elli seneden beri bu Türk millet uygarlığa kavuşmak için kendisini yok oluştan kurtarmak ve uygarlık anlayışı amacında gelişebilmek için uygarlığın doğru yoluna kendisini atmıştır. Fakat karakteri ayni özellikte, ayni hamurdan yapılmış bir takım heyulâlar onun karşısına çıkmaktadır. Üçüncü Selim’den beri, İkinci Mahmut’tan beri gelip giden bütün Derviş Vahdetiler, Kabakçı Mustafalar, bu günkü Şeyh Mehmetler hep ayni özellikte, ayni hamurdan yapılmış insanlardır…” Bu sırada salondan biri bağırır: Hiç birisi Türk değildir. Türkleri bunların dışında tutarım! Ağaoğlu devam eder:

Türk mü, Türk değil mi nedir, bilmem; fakat memlekette bu gibi adamlar vardır. O kadar var ki bir Türk subayını öldürmek faciası, bir Türk şehrinde yapılmıştır. Bunu kimse inkâr edemez…” O günlerde İttihatçıların işi başından aşkındır: Gericiliğin kökü kazınacak herkes “laik” yapılacaktır; Kürt, Laz, Çerkez ne varsa Türk olacaktır; komünistlik, liberallik, muhafazakârlık gibi aykırı düşünceler kafalardan temizlenecek, herkes “Kemalist” olacaktır… “Serbest” sıfatına bakıp da muhalefet partisinin “liberal” olduğu, bu fırkanın önde gelenlerinin de pek farklı düşündüğü sanılmasın. O zamanlar gerçek liberallik “ahlâksızlık ve hainlik” olarak görülür. Ancak İttihatçıların iktidarını destekleyenler, “serbestlik” taraftarıyım diyebilir ve küfür yemez.

Bunu kim yapmıştır? Doğal olarak Türk değilse de Türk tabiiyetinde… insanlardır. Bunlar sürekli böyle Türkün önüne çıkmışlar ve sürekli bu konuda Türkün gelişimine engel olmak istemişlerdir ve kesintisiz hareketleri sonucunda Türkü bir kat daha güçsüz düşürmüşlerdir. Fakat bu günkü olayın diğer bir belirtisi daha vardır ki o belirti üzerinde bütün arkadaşlarım ve Başvekil Paşa Hazretleri de durdular. Bunun üzerinde bir daha durulması, kalınması gerekir. O da bu faciayı görüp de umursamaz ve seyirci kalan halkın ruh halidir” Görüldüğü üzere iktidar da, muhalefet de teşhiste birleşiyor: Suçlu Menemen halkıdır!

Proje Ortaklığı

Aslında bu bir teşhiste birlik değildir. Suçlu olaylardan önce belirlenmiştir. Suçlu Cumhuriyet Halk Fırkası’na (partisine) oy vermeyen Menemen halkıdır (Bkz. Güncelleme-2). Bu “suç”u işleyen pek çok il ve ilçe vardır. Devlet eliyle öyle bir “tedip” (terbiye) uygulaması yapılmalıdır ki, herkese ders olsun!

Hakikaten bu, o kadar acıklı bir ruh halidir ki ve o kadar adi bir şeydir ki insan bunu duyduğu zaman şahsen mahcup bir durumda kalıyor, yerin dibine girmek istiyor. Çünkü biz hepimiz bu memleketin adamıyız, bu memleketin içinde, bir şehrinde adam boğazlanıyor. O da kim? Subay, öğretmen yani memleketin maddî ve manevî gelişmesi görevini üzerine alan bir genç, o kadar kalabalığın ortasında boğazlanıyor… Hatta onaylayanlar bile çıkıyor. Efendiler; korkmak gereken asıl bu olaydır. Halkta, insan kitlesinde varlığı bu gün keşfedilen bu ruh hali karşısında, ben kendi nefsime, kendimi çok küçülmüş bir vaziyette gördüm ve bu kitle sorumluluğunun, manevî sorumluluğun bir kısmının da bana geldiğini hissettim…” Halkın “ruh hali”ni tespit etmek için yapılmış bir projenin uygulama sorumlusu gibi konuşmaktadır iktidarı da muhalefeti de.

Ben kendimi örnek olarak gösteriyorum ve diyorum ki bu memleketin aydın zümresi düşünürü, yazarı; öğretmeni, bilim erbabı, gazetecisi, özetle bir ülkenin aydın denilen bölümü görevini yerine getirmemiştir… “ İttihatçı Cumhuriyet yapısının iki ağır işçisi vardır: Subay ve öğretmen! Bir de İttihatçı Cumhuriyet projesinin büyük eseri “Diyanet” yapısındaki “nefer”lerin hakkını yememek lâzım. En azından “susarak” ortaklıklarını göstermişlerdir. Bu üçünün içinde ve dışında İttihatçı Cumhuriyet’in “proje ortaklığı“nı kabul etmeyenlerin, “görev eri” olmayanların başına neler gelebileceğine örnek Nazım Hikmet’tir.

Bu bakış noktasından diyorum ki ben sorumluyum… Efendiler, Cumhuriyet, inkılâp baştan başa bir dindir, bir imandır. ( Ona şüphe yok sesleri ) . Bu dinin, bu imanın bir kitabı olacaktı, bir ibadeti olacaktı, dahileri olacaktı, inananları olacaktı, Cumhuriyetin erdemlerini, düşüncelerini topluluk arasında geceli gündüzlü çalışarak yayıp duyuracak, bu cahil topluluğu yürütecek adamlar olacaktı…” İttihatçı Cumhuriyet, iktidarı ve muhalefetiyle; silahlı ordusu, eğitim ordusu ve “diyanet” ordusuyla bir “yeni din” kuruyor, Menemenli buna “kötü örnek” oluyor! Suç büyük.

Osmanlı Bankası

İşte bu alandaki görevlerimizi görmedik. Bu alanda sorumluluğumuz vardır… Bunu eğer biz burada ve o mübarek şehidin ruhu önünde itiraf eder ve günahımızı itiraf ettikten sonra da uyanır, yanlıştan dönersek ve Cumhuriyet ve laiklik imanına karşı her aydın kendi üzerine düşen görevi yerine getirirse… o gencin o yüksek adamın kanı boş yere gitmemiştir. Bundan ötürü Devletin, Hükümetin aldığı kararlarla beraber Hükümetin yanı başında bu memleketin aydınlarına büyük ve hatta Hükümet görevinden daha büyük bir görev düşüyor…”

Ahmet Ağaoğlu’nun hükümetin başına karşı böylesine “aşk” dolu olması yanlış anlaşılmasın, bu “tek yumurta ikizi” olanların “fıtrat”ında vardır. Bu “kara” sevdaya, “Yok birbirimizden farkımız, hepimiz İttihatçıyız” sloganı denk düşer. İttihatçı Cumhuriyet’in siyaset “usta”larının yoktur birbirinden farkı, alayı 1915’te Ermeni mallarının üstüne oturulduğunu inkârdan gelir.

Türkiye Cumhuriyeti, doksan iki yıldır “demokratik cumhuriyet” olamamıştır. Buna sebep sadece “askeri vesayet” ve “kumpas kurbanı askerler” değildir. Yüz yıllık “suç ortaklığı”dır! Her sıkışan “sivil” İttihatçı “asker” İttihatçı”ya koşar!

Ancak bu “suç”un inkâr edilmediği ve “suçlu”ların övülmediği gün, artık “Yeni Türkiye”den söz edilebilir, sanıyorum.

İZMİR HATIRLIYOR! Resmi ezberleri tersinden okuyor!

Antep “Gazi”dir, Maraş “Kahraman”, Urfa’ya “Şanlı” takısı uygun görülmüştür. Kalan yetmiş yedi şehir içinde böylesi takılara lâyık görülen yoktur. Elbet “ad takanlar”ın vardır bir bildikleri! Yalnız…

Yunan’a taarruz 26 Ağustos 1922’de Afyon’da başlar, Başkomutanlık Meydan Muharebesi Kütahya’nın Dumlupınar’ında kazanılır, Yunan İzmir’de “denize dökülür”, değil mi? Neden bu şehirlerimize; “Muharip” ya da “Savaşkan” Afyon, “Muzaffer” ya da “Utkan” Kütahya, “Halâskâr” ya da “Kurtarıcı” İzmir gibi unvanlar vermek akıllara gelmemiştir?

“GÜZEL İZMİR” YANMIŞ, DUYANI YOK

Gelmiştir! 13 Eylül 1922 günü, BMM’nin 101’inci toplantısında Edirne Mebusu (milletvekili) Şeref Bey, bazı Meclis üyeleriyle birlikte gittiği Batı Anadolu inceleme gezisinden yeni dönmüştür ve İzmir’in adının “Güzel İzmir” olması içinbir önerge verir. Zaten İzmir, uzun yıllardan beri sadece Osmanlı sınırları içinde değil, sadece Ege, Akdeniz kıyılarında değil, dünyada da “Güzel İzmir” diye ün kazanmıştır. Şeref Bey’in önergesi kabul edilirse bir gerçek tescillenmiş olacaktır sadece. Ertesi gün önerge “lâyiha encümeni”ne (tasarılar komisyonu) gönderilir.

13 Eylül 1922 “Büyük İzmir Yangını”nın başladığı gündür. 18 Eylül’e kadar süren, İzmir’in en güzel yerlerini kül eden, en önemlisi kadın, çocuk ve yaşlı onbinlerce İzmirlinin ölümüyle sonuçlanan bir yangındır bu. Bırakın “Güzel İzmir”i, İzmir’i İzmir yapan hiçbir şey kalmamıştır geriye. Böyle günlerde böyle bir önerge veren Şeref Bey, gündeme alınması için “komisyona havale” eden Meclis İzmir’in felâketi ile alay mı etmektedir?

Hayır! Şeref Bey’in de, arkadaşlarının da İzmir’in yanmakta olduğundan haberi yoktur. Belki bir iki “özel” kişi dışında Büyük Millet Meclisi’nin, müstakbel Cumhuriyet’in ikinci büyük şehrinin yanmakta olduğundan haberi yoktur! Olur mu böyle şey?!

Olur! Olduğunu Meclis toplantılarını (www.tbmm.gov.tr) izleyip görelim:

İzmir kül-kömüre döndüğü gün, yani 18 Eylül günü komisyon verilen önergeyi incelemeyi tamamlar ve Meclis’e gönderir. Belli ki Meclis’in hâlâ İzmir’in yanıp kül olduğundan haberi yoktur! Üstelik önerge 20 Eylül günü incelenmek üzere bu kez “Dahiliye (İçişleri) Encümeni”ne gönderilir. “Kurucu Meclis” yangını hâlâ duymamış olabilir mi? Duymuş ise; Hacı Bayram’da kılınan Cuma namazından sonra, dua ve tekbirlerle açılan “Kurucu Meclis” bu acıya duyarsız olabilir mi?

21 Eylül günü, bu komisyon da çalışmasını tamamlayıp tutanağını Meclis’e yollar ve önerge gündeme alınır! Ne demeye gelir şimdi bu “Güzel İzmir” önergesini gündeme almak?

Önergenin görüşüleceği ikinci oturum, çoğunluk sağlanamadığından yapılamaz. Bir sonraki toplantı 23 Eylül günüdür.

BU ZAFERLER ZORA SOKAR

23 Eylül günü geçmiş toplantının tutanak özetleri okunurken “önergenin gündeme alındığı”na dair ifade yinelenir. Demek ki önerge görüşülecektir. Ama ikinci ve üçüncü oturumlar (kapalı) gizlidir! Bu iki oturum tutanaklarında önergenin görüşüldüğüne ilişkin bir kayıt yoktur. Ancak Burdur milletvekili İsmail Suphi Beyve arkadaşlarının bir önergesi vardır: “Olağanüstü durumlar ve dört, beş gündür (İzmir ve Bursa’dan –TU)Meclisçe hiç bir haber alınamaması nedeniyle Hükümetçe bilgi verilmek üzere gizli oturum yapılması” önerilir. Bu önerinin gündeme alınıp alınmaması uzun tartışmalara neden olur, ama “Güzel İzmir” önergesi tartışılmaz. Bu tartışmalar sırasında Erzurum mebusu Hüseyin Avni’nin söyledikleri Meclis’in İzmir’den “resmen” haber alamadığına delildir:

“Efendiler, rica ederim herkes bu memlekette haddini hududunu bilmezse işin ölçüsü kaçar. Memleketin geleceğini yine zora sokarız… Onlarla biz haberleşemiyoruz, Avrupa bizimle haberleşiyor. Biz İzmir’le haberleşemiyoruz. İçişleri bakanı nerede? Hani bu devletin postası… Yirmi günden beri siyasi durum hakkında bize haber yok… Bugün. Onbeş gündür iş bitmiş. İzmir’e girilmiş…. Sonra bu zaferler sizi zora sokar. Bununla keyiflenmeyiniz, Cenabı Hak herkesin hakkını verir.” Nedir bu “memleketi zora sokmak”, nedir “zora sokacak zafer”, Hüseyin Avni Bey’in kulağına gelmiş bir şeyler mi vardır?

AÇIK MECLİS, KAPALI OTURUM

İzmir ile haberleşme koptu, peki ya İstanbul’la da mı koptu? Çünkü 16 tarihli İstanbul gazetesi Akşam’da yangınla ilgili, “İzmir yangını nihayet söndürüldü” manşetiyle ilk haber yer alır: “Şehrin yalnız Hıristiyan ve Frenk mahallelerinin yandığı hakkındaki haberler doğru değildir. İslâm mahalleleri de bu felaketten etkilenmiştir…”Bir gariplik vardır bu işte, Ankara, İzmir yangınını duymamakta ısrarlıdır.

Üşenmeyen tarasın, “Güzel İzmir” adı ekim sonuna kadar yayınlanmış gizli-açık hiçbir toplantı tutanağında yer almaz. “İzmir Yangını” lafı da geçmez. Önergenin verilişinden ekim ayı sonuna dek yapılan ve tutanakları yayınlanan kırk açık, on beş kadar gizli oturum vardır. Büyük olasılıkla, 21 Eylül günü gizli yapılan “üçüncü oturum”da mesele görüşülmüş, ve Meclis “Güzel İzmir”in artık güzel olmadığını öğrenmiş olabilir. “Büyük olasılıkla” diyorum, çünkü bu “gizli” oturumun ve 27-30 Eylül arasında yapılan 110. gizli birleşimin tutanakları yok!

Büyük Millet Meclisi için Büyük İzmir Yangını bu kadar önemsiz olabilir mi? Örneğin 18 Eylül günü yapılan gizli oturumda Kütahya mebusu Besim Atalay’ın “Alçak düşman Uşak’tan çekilirken …evlerimi, dükkânlarımı yakmıştır. Memleket haraptır…” ifadesini içeren telgrafının okunması üzerine yapılan konuşmalar “yangın” konularına ilgisiz kalınmadığını gösterir.

Doksan iki yıldır sadece “9 Eylül”ü, “düşman”dan kurtuluşu hatırlayan ve “zafer ile keyiflenip” bayram edenler, Ermeni Soykırımı ile yaptıkları gibi “memleketi zora sokanlar”lar, Büyük İzmir Yangını’nı ve yangında ölen altmış beş bini aşkın İzmirliyi hatırlamazlar! “Türk kanı”ndan değil ya da Hıristiyan diye mi? Sahi, bu milletin büyük “çoğunluk”u yaratılanı Yaratan’dan ötürü severdi, değil mi?!

Doksan yıldır hafızası itina ile silinen İzmir, sabırla geçmişini arıyor. Resmî ezberleri tersinden okuyor, “İzmir Hatırlıyor!”

Tal’at ULUSOY-Yüzleşme Atölyesi

14.09.2014- TARAF

BARİKATLARA !!!

Saltanatın ardından gelen her Cumhuriyet mutlaka iyi midir, böyle bir kural olabilir mi? Böyle bir ilerleme mantığı ile “İtalyan Sosyal Cumhuriyeti”  İtalya Krallığı’ndan iyiydi sonucuna varılmaz mı?

Sakin düşünelim: “Cumhuriyet” diye sevilen ne? Çok partili, demokratik, temel hak ve özgürlükleri esas alan bir yönetim anlayışı ise, o cumhuriyete eyvallah. Ama, bir diktatörlüğü, tek partili bir otoriter yönetimi, düşünce özgürlüğünün olmadığı bir siyasi düzeni sırf adı “cumhuriyet” diye daha ileri buluyor, asrı saadet yerine koyuyorsanız, o zaman Mussolini’nin “İtalya Sosyal Cumhuriyeti”ni de  “ileri” bir siyasi düzen olarak  kabul edersiniz. More

Ben Bütün İzmirlileri Sevmem!

“Ben bütün İzmir’i ve bütün İzmirlileri severim.” İmza: Mustafa Kemal Atatürk. Ben bütün İzmir’i ve bütün İzmirlileri sevmem! Altındaki benim imzam. Severim dersem yalan olur. İzmirlinin hırlısı vardır hırsızı vardır, İzmir’in güzel köşeleri olduğu kadar, berbat kuytuları vardır. Ben bunların topunu birden ne diye seveyim?

Atatürk bu “vecize”yi bu millete armağan ederken benim itiraz noktalarım acaba hiç mi geçmedi aklından?! Bir tek İzmirlilere dair vecizeyle kalsa neyse; buna benzer, memleketimin duvarlarını, heykel kaidelerini, resmi daire girişlerini, stadyum kapılarını süsleyen, anı kitaplarında baş köşeye oturan daha pek çok “özlü söz”leri var Atatürk’ün. Ben sizin için koyu harflerle bir küçük güldeste yaptım. Buyurun, birlikte bakalım: More