İZMİR UNUTMUYOR!

 

Hangi olayların toplumsal çerçeve dışında kalacağı, bir toplumun genel tercihiyle belirlenebileceği gibi, yukarıdan dayatma yoluyla da kararlaştırılabilir.”[1]

Türkiye’de, doksan yıldır kesintisiz olarak hep ikincisi, yani “yukarıdan dayatma” yolu seçilmiştir. Bu dayatmayı aşmak ve geçmişle yüzleşemek için toplumsal hafızaya “mutlak doğru” olarak kazınmış bütün  “kavramlar, kahramanlar, zaferler ve bayramlar” ve başka ne varsa, enine boyuna sorgulanmayı, yüzleşmeyi bekliyor. Çünkü, yüzleşme “Bugünün toplumunun meşruluk dayanaklarını ve kimliğini geçmişle bağlantı içinde belirlemeye; otoriter, baskıcı ve kıyıcı yönetim zihniyetinin meşruluğunu sorgulamaya ve geçersizleştirmeye yönelik siyasal, hukuksal ve moral bir çabadır.[2]

Bu yazıda; “Göndere bayrak çekilen, İstiklâl Marşı okunan ve günün anlam ve önemi üstüne konuşmalar”la kutlanan 9 Eylül 1922, yani “İzmir’in Kurtuluş Günü” üzerinden bu sorgulama yapılmaya çalışılacaktır.

Geri Alma ve Kurtuluş

9 Eylül’de, “Yunan denize dökülür” ve  İzmir “istirdad” edilir (geri alınır). Böyle yazar “mutlak doğru” kitapları. Oysa 9 Eylül günü İzmir’de denize dökülecek ne bir Yunan askeri ne de bir Yunanlı yönetici kalmıştır.

8 Eylül akşamı saat 19.00 sıralarında İron Duke savaş gemisinden ayrılan motora binen Yunanlı yüksek komiser Aristidis Stergiadis Vilayet Konağı’nın anahtarlarını Fransız Konsolosuna teslim etmiş…” ve [3]Asker yüklü son iki Yunan savaş gemisi de Yüksek Komiser savaş gemisine binmeden yarım saat önce İzmir Limanı’ndan…[4] ayrılmıştır. İzmir’de kalanlar, kuşaklar boyu burayı yurt tutmuş Ortodoks Hıristiyan İzmirlilerdir.

9 Eylül’de “geri alınan” şehir, 13 Eylül’de yanmaya başlar, 18 Eylül’e kadar yangın devam eder ve şehrin en güzel yerleri kül olur. İzmir’in Ahenk gazetesinde , yangın sonucu oluşan gayrı menkul zayiatının dökümü (*) şöyle verilir:

Şehrimiz İstatistik Müdüriyeti’nce elde edilen malumata göre İzmir’de mevcut 42.945 haneden yangın sırasında 14.004 hane yanmıştır. Halen 28.941 hane mevcuttur,  dükkân ve mağaza miktarı da 9.696 adettir. Bunların 6.410 adedi İslamlara, 1648’i Rumlara ve kalanı Musevilerle ecnebilere aittir.”[5] Ve, yanan alan tamamıyla Hıristiyan mahalleleridir.

Sonuçta, İzmir 9 Eylül günü geri alınan İzmir, 18 Eylül günü yangının külü ve dumanı olarak havaya savrulur. Her yıl, 9 Eylül kutlamalarının “anlam ve önemi” üstüne yapılan konuşmalarda bu yangın günleri hiç dile getirilmez. Getirilse bile, “Kahpe Yunan yaktı, kaçtı” kalıbının dışına çıkıl(a)maz. Yangın, koca şehrin geçmişinden silinmiş,  “toplumsal çerçeve dışına” atılmıştır!

 

Kendi Arzusu İle (!) Vatanı Terk!

“Yunan denize döküldü” nakaratıyla sınırlı “kurtuluş” anlatımı dışında neler yaşanmış olabilir, hakikatte olan nedir?

Yangının son günü, 18 Eylül günü gazetelerde Ordu Kumandanı Ferik (korgeneral) Nureddin imzasıyla yayınlanan üç maddelik “5 Numaralı Örfi İdare Beyannamesi”nin  (sıkıyönetim bildirisi)  ilk iki maddesi şöyledir:

  • Ordumuz tarafından kurtarılan ve düşmandan temizlenen mahallerde bulunan Rum ve Ermeniler ile düşmanın Yunanistan’a götürmek üzere dahilden İzmir’e getirdiği halde ordumuzun baskısı üzerine sahillerde ve İzmir’de terk etmeye mecbur olduğu Rum ve Ermenilerin eli silah tutanlarının resmen ve alenen Yunan ordusuna iltihak ve teşkilâtı mahsusalarıyla da aleyhimizde silâh kullanma ve köy ve beldeler ve kasabaları yakmak ve Müslüman halka zulüm ve işkence ettikleri sabit ve gerçekleşmiş bulunduğundan bunların yeniden Yunan ordusuna katılarak düşmanın yararına kuvvetler oluşturma ve arttırmalarına yer bırakmamak için on sekiz yaşından kırk beş yaşına kadar olanlar barış imzalanmasına kadar esir garnizonlarında bulundurulacaklardır.

 

  1. 18-45 Yaş dışında kalan gerek İzmirli ve gerekse dahil memleketten gelmiş olan Rum ve Ermeni ailelerin Türkiye haricine gitmeleri hakkındaki müsaade 30 Eylül sene 1922 akşamına kadar geçerlidir…” [6]

Sıkıyönetim bildirisinde altı tekrar çizilecek iki nokta şudur: Birincisi; 18-45 Yaş arası erkekler toplanarak iç bölgelerdeki  “esir garnizonları”na gönderilmekte; ikincisi,  geride kalan kadın, çocuk ve yaşlıların Türkiye dışına gitmelerine “müsaade” edilmektedir.

O günlerin İzmir gazetelerinde, yukarıdaki 5 numaralı bildiriden başka, bir de 30 Eylül 1922 tarihli, 7 numaralı sıkıyönetim bildirisi vardır:

Alt numaralı beyannamede verilen süre bugün (30 Eylül 1922) son bulmuşsa da kafi derece ve miktarlarda vapur bulunamaması sebebiyle deniz yoluyla ayrılmak arzusunda bulunanların bir kısmının hareket edemedikleri anlaşıldığından işbu süre sekiz gün uzatılmıştır. Son sürenin bitimi olan 8 Ekim 1922 akşamına kadar deniz yoluyla gitmek arzusunda olanların mutlaka hareket etmeleri gerekir. Deniz yoluyla gitmeyecek olanlar memleket içlerine nakil olunmak üzere kendilerine en yakın olan karakollara müracaatla  efrat ve aileleriyle beraber isimlerini kayıt ettirecekler ve  harekete hazır bulunacaklardır. İsimlerini kaydettirmeyenler o emir hükmüne itaat  etmemiş sayılarak cezalandırılacaklardır.[7]

Burada da, “deniz yolu” ile gitmek “arzu”sunda (!) olan İzmirli Rum ve Ermenilerin Yunanistan’a “zorla” gitmelerine “müsaade” edilmekte;  “arzu etmeyenler” Anadolu içlerinde toplama kamplarına gönderilmekle tehdit edilmektedir.

Bu iki bildiriden, Ortodoks Hıristiyan İzmirlileri “zorla yerinden etme” dışında bir anlam çıkar mı? Başka anlam çıkmaz, ama, “İzmir’in kurtuluşu”nun deniz ile ilişkisinin ne olduğu açıkça ortaya çıkar: İzmir’den “denize dökülen”ler  ve “deniz yoluyla” kovulanlar Yunan askeri kuvvetleri değil, Osmanlı vatandaşlarıdır. Kordon’a ve Liman’a yığılan çoluk, çocuk, yaşlı ve kadınların  çok büyük bir kalabalık oluşturduğu ve “deniz dökülenler” olduğu o günlerin acı fotoğraflarında açıkça görülür.

Açıktır ki, 9 Eylül 1922 ve izleyen günlerde bir “kurtuluş” vardır. Ancak kurtulan ne şehirdir, ne de şehirlilerdir. Hayatta kalabilen Osmanlı vatandaşı İzmirli Hıristiyan ahali için de “kurtuluş”tan söz edilemez, çünkü İzmir’i “terk et” denilmiştir. İşte “kurtuluş” bu son “terk et” kelimesinde saklıdır.  1914 Rum tehciri ve 1915 Ermeni soykırımından beri İzmir’de bir türlü tamamlanamayan bir “iş” büyük ölçüde “başarılmış”tır. Bu ekonomik boyutu da olan bir başarıdır: Zorla gönderilenlerden geriye, “terkedilmiş” ve yanmamış olarak “12278 hane, 2831 mağaza, 89 fabrika…” kalmıştır. Bir de “yangın yeri” arsaları… Kutlanan belki de bu “başarı”dır.

Allahaısmarladık!

Şu da yıllanmış bir kalıptır: Onlar, yani İzmirli Hıristiyanlar, düşmanla işbirliği eden “hain”ler oldukları için kaçtılar! Her yaştan bütün bir şehir ve bölge halkı  “hain” olabilir mi? “Toptan suçlu” ilân edilebilir mi?

9 Eylül- 8 Ekim 1922 tarihleri arasında yaşadığı toprakları terk etmek zorunda bırakılan Hıristiyan kişi sayısı ve “toptan suçlu” anlatımları, resmi dayatmaları sorgulamakta yardımcı olabilir:

“… Ermenilerle Rumlar daha 9 Eylül öncesinden kaçmaya başlamışlardı, daha sonra bunlardan yüz binlercesi (213418 kişi) kaçıp, başta Yunanistan, çeşitli yerlere sığındı, kayıtlara geçirildi. Bunu İngiliz belgeleri de doğruluyor.”[8]

İki yüz on üç bin dört yüz on sekiz kişi! Liman’a varamadan yollarda, yangında, denizde ölenler dışında, bir ay içinde sürülen insan sayısıdır.  Esir garnizonlarına gönderilen erkekler hariç, öleni-kalanı toplam üç yüz bini aşan insan “arzu edip”  malını, mülkünü, yurdunu bırakıp da gider mi?

Bu soruyu İzmir’li, “Eczahaneyi Osmani” sahibi eczacı Lusonidas,  ilân olarak verdiği “veda” mektubunda pek güzel cevaplıyor:

Talih beni sevgili dostlarımdan ayırmak istedi. Kendilerinden derin tahassuslar (içten duygular) ve elim tesirlerle ayrılıyorum. Her nereye gidecek olsam bu aziz dostlarımın hatırası beni müteselli edecek ve ibraz ettikleri asarı teveccüh (gösterdikleri sevgi) ve muhitleri beni ilelebet kendilerine minnettar bırakacaktır. Bilhassa doktor Bahtiyar Hüseyin ve biraderi binbaşı Necati, karm-ı umuru laf (söz ustası) Emirzade Refik, sıhhiye müdürü Şükrü, operatör İsmet, piri muhterem (saygın büyüğüm) doktor Mustafa Enver, bakteriyolog Memduh beylerle sevgili İzmir’imizin bilcümle etibbayı Osmaniye’sinin (bütün Osmanlı hekimleri) ve eczacı Süleyman Ferit, Mahmut Esat beylerin ve diğer eczacı arkadaşlarımın insaniyetlerini unutmayacağım.

Çocukluğumdan beri aralarında yaşadığım bütün İzmir Müslümanlarına kemali teessürle (derin üzüntü) arz ve veda ediyor ve daima sadık ve halis bir Türk muhibbi (dostu) kalacağımı temin ediyorum.  Allahaısmarladık.[9]

“Küçük Asya Araştırmaları Merkezi”nin “sürgün” anılarını topladığı iki ciltlik Exodos (Toplu Göçe Çıkış) kitabından bazı tanıklıklar ise şöyle:

İzmir’in Pınarbaşı köyünden Eleni Karantoni; Yunan ordusunu bozgundan sonra kaçarken etraftan yapılan “Kaçmalısınız,.. çünkü sizi kesecekler” uyarısından sonra aralarındaki konuşmaları anlatıyor: “Kardeşim, ‘Ben evimizi korumak istiyorum’ diye yanıt verdi. Bir başkası, “Domuzum doğuracak, benim de işim var” dedi. Üçüncü biri, “Benim de develerim var, onlara yiyecek ve su vermek için kalmam gerekli…[10]

İzmir’in yakın ilçesi Menemen’den Aglaia Kontou, daha güvenli diye 9 Eylül’den önce İzmir’e yolcu edilir ve şunları anlatır: “Ben çocuklarımla ve mülkümüzde çalışan yaşlı bir amca ile birlikte idim; kocam bizi trene bindirdi ve kendisi Menemen’i kimse yakmasın diye (yerel halkça) oluşturulan savunma gücü içinde orada kaldı. Onu korudular ve yakmadılar. Menemen içinde hiçbir şey (hiçbir kötülük) görmedik.[11]

Karaburun Sazak köyünden, üstelik Yunan ordusuna katılmış ve canını kurtarıp tekrar köyüne dönmekte olan Nikolas Papanikolaou, köylerinde Rumca değil, Türkçe konuşan yaklaşık 500 kişilik Hıristiyan nüfustan söz edip, ekliyor: “Saip köyüne varmadan önce Ambarseki köyü bulunur. Orada, aralarında kardeşlik bağı kurmuş Türklerle Rumlardan oluşan bir (silahlı, sivil) birlik gördük. Onlara (içlerindeki Rumlara) “Siz burada ne yapıyorsunuz” diye sorduk” diyor ve aldığı cevabı ekliyor: “Biz aramızda kardeşlik bağı kurduk ve burada kalma kararı aldık.” Anlatımda bir diğer ilginç nokta; “Aynı şey, Saip köyünde de oldu. Bizimkilerden biri, adı Giannakos (Yanakos) olan çocuk, şubeleri de bulunan bir komite oluşturmuştu ve Rumları göçmesinler diye teşvik ediyordu. Ahırlı’ya (Karaburun kasabasına) vardığımızda, Türklerden bir topluluğun başında olarak bu kişiyle karşılaştık…”[12]

Güzel İzmir

Hafızalardaki oluşturulan arızayı sorgulamakta iki sıkıyönetim bildirisi, bir veda mektubu ve üç sözlü tarih anlatımı yeterli olmayabilir. O günlerde, Büyük Millet Meclisi’nde konuşulanlar belki daha düşündürücü olabilir.

13 Eylül 1922, Büyük Millet Meclisi’nin (BMM) 101’inci toplantısı yapılmaktadır. Edirne milletvekili Şeref Bey, İzmir’in adının “Güzel İzmir” olması için bir önerge verir.[13] Ertesi gün önerge “lâyiha encümeni”ne (tasarılar komisyonu) gönderilir. 14 Eylül günü, yani yangının en şiddetli olduğu gün bu önergeyi ele alan BMM, ola ki yangın haberini almamıştır!

Savaş koşullarını ve haberleşme olanaklarını dikkate alırsak, bir iki gün içinde “kurtarılmış” şehrin yaşadığı felaketi BMM haber almamış olabilir. Ama, 20 Eylül günü de mi haberi yoktur? O gün önerge incelenmek üzere bu kez “Dahiliye Encümeni”ne (İçişleri komisyonu) gönderilir ve 21 Eylül günü, bu komisyon da çalışmasını tamamlar, tutanağını Meclis’e yollar ve önerge gündeme alınır! 23 Eylül günlü toplantının birinci oturumunda tutanak özetleri okunurken “önergenin gündeme alındığı” yinelenir. Ama, ikinci ve üçüncü oturumlar kapalı (gizli) oturumdur.

Sadece 23 Eylül kapalı oturum tutanaklarında değil, “Güzel İzmir” önergesi Ekim 1922 sonuna kadar yapılan ve tutanakları yayınlanan kırk açık, on beş gizli oturum tutanaklarının hiçbirinde yoktur. Büyük olasılıkla, 21 Eylül günü gizli yapılan “üçüncü oturum”da mesele görüşülmüş, ve Meclis “Güzel İzmir”in artık güzel olmadığına karar vermiş olabilir!

Şunu belirtmeliyim ki; yukarıda kullanılan “olasılıkla” ifadesi , 27-30 Eylül arasında yapılan 110.’ncu gizli birleşimin tutanakları olmadığı (!) içindir. Çünkü, bu gizli oturum,  Burdur milletvekili İsmail Suphi Bey ve arkadaşlarının; “Olağanüstü durumlar ve dört, beş gündür (İzmir ve Bursa’dan –TU)Meclisçe hiç bir haber alınamaması nedeniyle Hükümetçe bilgi verilmek üzere gizli oturum yapılması” talebinin kabulü üstüne yapılmıştır. Bu önerinin gündeme alınıp alınmaması ve oturumun gizliliği tartışmaları sırasında Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey’in söyledikleri, doksan yıllık dayatmaların kökenini anlamak için bir önemlidir:

Efendiler, rica ederim herkes bu memlekette haddini hududunu bilmezse işin ölçüsü kaçar. Memleketin geleceğini yine zora sokarız… Onlarla biz haberleşemiyoruz, Avrupa bizimle haberleşiyor. Biz İzmir’le haberleşemiyoruz. İçişleri bakanı nerede? Hani bu devletin postası… Yirmi günden beri siyasi durum hakkında bize haber yok… Bugün. on beş gündür iş bitmiş. İzmir’e girilmiş…. Sonra bu zaferler sizi zora sokar. Bununla keyiflenmeyiniz, Cenabı Hak herkesin hakkını verir.”

Nedir bu “memleketi zora sokmak”, nedir “zora sokacak zafer”, Hüseyin Avni Bey’in kulağına gelmiş bir şeyler mi vardır? İzmir’in “kurtuluş”u “biz”i zora sokacak bir “zafer” midir? Bunu mu demek istiyor Erzurum milletvekili?!

İzmir Hatırlıyor ve Unutmuyor

İzmir’den denize dökülen “düşman askeri” olmadığı, sıkıyönetim bildirileriyle İzmir’i terk etmeleri istenenlerin kadın, yaşlı ve çocuk İzmirliler olduğu ve BMM’nin “İzmir Yangını” gibi bir büyük faciayı gündemine dahi almamış olduğunu görmek; buna rağmen bayram yapmak; kahramanlar, kahramanlık ve zafer söylevleri vermek “bizi zora sokacak” hallerin üstünü örtmek için midir?

Karaburun’un Sazak köyünden Nikolas Papanikolaou’nun tanıklığı bize bir cevap anahtarı sunuyor:  “Çocuklar,.. Burada, İttihat ve Terakki hükümetinin Rumlara karşı başlattığı birinci eziyet döneminde neler çektiğimizi biliyorsunuz, o yüzden şimdi Türklerle, bizim onlara zarar vermeyeceğimiz, onların da bize zarar vermeyeceği konusunda ve burada kalacağız, diye anlaşmaya vardık.”[14]

Sahi, 1914-1918 arası Ege Rumlarına, 1915’te Ermenilere neler olmuştu? Bu tarihlerde olanlar hakkında “resmi dayatmalar” aşılırsa, “Bir Daha Asla” demek, böylesi büyük acıların bir daha yaşanmaması için gereken toplumsal uzlaşmayı sağlamak mümkün olur. Yoksa daha çok Sur, Cizre, Nusaybin… ve darbeler yaşanır.

Yüzleşme Atölyesi , dört yıldır “İzmir Hatırlıyor” adı altında sabırla geçmişini arıyor. Ve hafıza sağlığına kavuştukça hatırlanan unutulmuyor.

Talât ULUSOY- Yüzleşme Atölyesi

NOT: BİRİKİM dergisi Ekim 2016 sayısında yayınlanmıştır.

(*) Bu ve benzeri belgeler sadeleştirilmiştir.

[1] Mithat Sancar, “Geçmişle Hesaplaşma, İletişim Yayınları, s.53

[2] Age. S.139

[3] İyonya’da Son Akşam, Yavuz Özmakas, Şenocak Yayıncılık, s.135

[4] Prof. Kemal Arı’dan aktaran Yavuz Özmakas, age. S.135

[5] Ahenk gazetesi Vilayet Haberleri, 30 Mart 1923

[6] Ahenk, 19 Eylül 1922

[7] Akenk 1 Ekim 1922

[8] (Justin McCarty, Ölüm ve Sürgün, s.343, aktaran Bilge Umar, “İzmir Savaşı”, İnkılâp Kitapevi, s.126

[9] Ahenk, 28 Eylül 1922, Birikim Aralık 2015, Talât Ulusoy, “Müzayedeler Yoluyla Ekonominin Türkleştirilmesi”

[10] Exodos, c.I s.25-26, aktaran Bilge Umar, age s.127

[11] Exodos, c.I s.63-65, age. S.129

[12] Exodos c.I, s.74-77, age s.129-130

[13] Bkz. TBMM Zabıtlar

[14] Exodos, c.I s.74-77, aktaran Bilge Umar, age s.130